Yıkımı yaşamamışlar olarak, yıkımın büyüklüğü, kurumların görevlerini yerine getirmeyişi karşısında, sıcak evimizde olduğumuz, yatağımız olduğu, duş alabildiğimiz için utandık.

“heyy be

ben ne çok öldüm

bir yanım baharken bir yanım rüzgar

tapuların yaldızına gömüldüm” (1)

6 Şubat’tan beri, bağıra bağıra gelen ve bütün bir ülkeyi cenaze evine çeviren depremin acısıyla kavruluyoruz. Depreme dayanıklı, güvenli diye bol sıfırlı rakamlara satılan denetimsiz, kâr odaklı yapılaşmanın ürünü olan yaldızlı rezidansların, yoksulların mecbur bırakıldığı niteliksiz binaların içinde yaşayanlara mezar oluşunun acısıyla…

Depremlerin yaşanacağı bilindiği hâlde alınmayan tedbirler ve devam eden rant düzeni yüzünden insanların, canlıların, o güzelim şehirlerin yok oluşunun acısı ve öfkesi katmerlendi. Yıllardır uygulanan politikaların, liberalleşme ve muhafazakarlaşmanın, bilimin, aklın, doğanın yok sayıldığı yağmanın, doğal afetleri felakete çeviren kapitalist tercihlerin yıkıcı sonuçlarını yaşıyoruz.

Depremi yaşayanların günlerce temel ihtiyaçları bile karşılanmadı. Yetkili hiç kimse bölgeye gitmedi, bir yetkiliden güven veren bir açıklama duyulmadı günlerce. Enkaz altındakilerin ve yakınlarının sosyal medyadaki yakarışlarını, yakınlarını o beton blokların altından çıkarmaya çalışanların çığlıklarını duyduk, izledik. Bir şeyler yapılsa belki de şu an yaşıyor olacak bir canın, tanıdığın, kardeşin, annenin, babanın, komşunun, sevgilinin, oğulun, kızın, arkadaşın kahredici yokluğuyla hayatta kalmaya çabalıyor insanlar. “Acaba nasıl öldü, çok acı çekmiş midir?” sorularıyla ölümlerden ölüm beğendirildi. Enkazdan çıkabilenler, sağ kalanlar, acı çekmeden, çabuk ölmüş olmasını diledi sevdiklerinin. Emel Korkmaz dövülerek öldürülen oğlu Ali İsmail için “Keşke kurşunlasalardı oğlumu…” demişti; unutmamıştık. Her bakışın, sarılmanın, her sohbetin sonu enkazlara, uzaklara dalarak bitiyor oralarda…

“Dedim belki de bir yere üzgün üzgün bakmaktır dünya” (2)

Acı dolu çığlıkları duymayan, yapabilecekken yapmayan, gidebilecekken gitmeyen, o kimsenin yanında olmayan yetkililer, kendi imkanlarıyla yakınlarına koşturanları, depremi duyar duymaz soluğu havalimanlarında alan arama kurtarma gönüllülerini, maden işçilerini, dayanışma tırlarını durdururken ortaya çıktı. Kendisi organize olmadığı gibi gönüllülerin organizasyonunu da “Benden izinsiz yapamazsınız” diyerek geciktirdi. Birçok uluslararası arama kurtarma ekibi “Bu yanlışın ortağı olmayacağız,” diyerek ayrıldı ülkeden. Twitter yavaşlatıldı, herhangi bir ülkede, bir afet durumunda asgari yapılmış olması gerekenleri talep edenler, eksiklikleri paylaşanlar, eylem yapanlar gözaltına alındı. Deprem bölgesindekilerin “Su yok!” haykırışlarına cevaben, sorumluluk almak, halkın ihtiyaçlarını karşılamak yerine susuzluğa dair sosyal medya paylaşımı yapanlara parmak salladı yetkililer. Depremden sağ kurtulabilenler soğuktan donmamak için “Battaniye, çadır” diye haykırırken, Kızılay krizden rant çıkarma derdindeydi. Elindeki çadırları, konserveleri halka dağıtmak yerine sattı. Depremzedelere bağış adı altında TV şovları yapıldı. Depremin üzerinden haftalar geçti, konteynerlere geçilemedi, hâlâ çadır ulaştırılmayanlar var. Depremin sonuçlarıyla baş etmeye çalışan halk, bir de selin etkileriyle mücadele etmek zorunda kaldı. Kâr hırsıyla, doğaya uyumsuz, bilimsellikten uzak kararların, yatağı değiştirilen dere yataklarına, tarım arazilerine dikilen betonların bedelini yine yoksullar ödüyordu. Cenazesini enkazdan çıkaramadığı yetmiyormuş gibi yakınları selde de can veren, çadırda da olsa bir düzen kuramamış, çamura batmış hâlde yeniden yeniden yaşam kurmaya çalışan insanlara, 20 kişinin can verdiği sel sonrası, “15 kişi öldü ama toprak da suya kavuştu” açıklaması yaptı Tarım ve Orman Bakanı Vahit Kirişçi. Sarı çizmelerini kuşanıp terlikle çamura bata çıka yürüyen çocuklarla, kameralara en güzel açılardan pozlar verenler, kamera açısına girebilmek için yer kapma derdine düşenler oldu.

Kentler ortak hafıza mekanlarını kaybetti. Yılların emeği, bahçesinde oynanan evler, çocukluk anıları, duvara asılan tablo, okunmuş, okunmamış kitaplar, sevgiliye yazılmış notlar ve “Bir zamanlar kimseye muhtaç değildik, işimiz gücümüz vardı sizler gibi,” sesleri enkazlara karıştı. Yıkımı yaşamamışlar olarak, yıkımın büyüklüğü, kurumların görevlerini yerine getirmeyişi karşısında, sıcak evimizde olduğumuz, yatağımız olduğu, duş alabildiğimiz için utandık.

“O avlu

o dam

o çocukluk

dedim belki de bir yutkunma yeriydi dünya” (3)

Tüm kesimler aynı şekilde etkilenmedi depremden. Kadınlar, çocuklar, LGBTİ+lar, göçmenler, yoksullar gibi dezavantajlı gruplar açısından çok daha yıkıcıydı yaşananlar. Çadırda, kalabalık yaşamak zorunda olmak, yıkımın sonrasında yaşamı yeniden var etmenin yükünü taşımak, kadınlar açısından hayatı daha da zorlaştırdı. Kendisi de depremzede olmasına rağmen, yaşananların yıkıcılığına tanık olmamış, maruz kalmamış gibi, zarar gören yakınlarına, aile bireylerine dönük duygusal emek yükünü de fazlasıyla taşımak zorunda olmaktan kendi yasını tutamadı kadınlar. Kalabalık çadırlarda mahremiyet yok olmuş, ped değiştirecek, soyunup giyinecek yer bile bulunamıyor. Temiz suya, tuvalete, duşa ulaşmak çok zor. Ev işleri, yaşlı, hasta, çocuk, engelli bakımı sorumluluğu altındaki kadınlar çadırdan çıkamıyor, dağıtım noktalarına ulaşamıyor çoğunlukla. Hijyen sorunu, temiz suya ulaşım zorluğu birçok hastalığı da beraberinde getirme riski taşıyor. Bu salgınlar önlenemezse, zaten bakım yükü altında ezilen, kendi ihtiyaçlarını önceleyemeyen kadınlar açısından ayrıca bir yük oluşturacak maalesef.

Göçmenler, yağma yaptıkları gerekçesiyle ırkçı saldırılarla karşı karşıya kaldı. Asıl yağmacılar, imar aflarına imza atanlar, yönetmeliğe uygun olmayan yapıları inşa edenler, bu yapılara izin verenler, dağı, taşı, nehirleri, denizleri, kıyıları, ormanları talan edenler, bunca yıkıntının ortasında, insanlar daha cenazelerini kaldıramamışken inşaat derdine düşenlerdi oysa.

LGBTİ+lar toplanma alanlarına, dağıtım noktalarına gidemedi, ayrımcı söylem ve davranışlara maruz kaldılar. Güvenli barınma alanı bulmakta zorlandılar; sağlık, yemek, tuvalet gibi en temel ihtiyaçlara bile ulaşmakta sorunlar yaşandı.

Depremlerde ve sonrasında hayatını kaybeden ve yaralanan çocukların sayısına dair net bir bilgi yok. Sağ kalan milyonlarca çocuk temel ihtiyaçlara, eğitim olanaklarına erişemiyor. Depremde ailesini kaybeden, kaçırıldığı, tarikatlara teslim edildiği iddia edilen çocuklar için tarikat mensubu, müftülük, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı birbiriyle çelişen açıklamalar yaptı. Kayıp çocuklar için hâlâ etkili bir takip sistemi kurulmuş değil. Yoksulluğun, madenlerde, inşaatlarda, sellerde, yangınlarda, depremlerde ölmenin “kader planı” oluşunu inşa etmekle yükümlü, bütçede en büyük paylardan birine sahip Diyanet İşleri Başkanlığı ise “Depremzede çocuklar evlat edinilebilir mi?” sorusuna evlat edinilen çocukla evlilik yapılabileceği yanıtını verdi!

Acımız da büyük, öfkemiz de… İmkanı olanlar, gidebilenler gitti. “Geri döneceğiz” yazıp yıkık duvarlara, ülkenin dört bir yanına dağıldı hayatlar.

“Yurdum gibi yaralıyım

Ne eksik ne fazla

Derin bir uçurumum

Bütün haritalarda” (4)

“Boşlukları doldurduğumuzda belirecek hayatın anlamı, taşı ve suyu doğru yorumladığımızda” (5)

Hayat, Samandağlı kadınların kayıpların 40’ıncı gün anmasında söylediklerinden yeşerecek yeniden: “Kaldırın rihenleri, kaldırın bahhurları. Kaldırın, bahhur koksun her yanımız. Acımız da büyük öfkemiz de! Hüznümüz isyan olacak, kaldırın, öfkemiz büyüsün; ölülerimiz için, kaybettiklerimiz için… Biz buradayız, hiçbir yere gitmiyoruz, bu topraklar bizim! Ma rıhna nehna hon!” Umut, yıkıntının ortasında da olsa sarılmadan, kahve ikram etmeden bırakmayanlarda, “Bir gün, bu yıkıntı toparlanınca, bahçemde yeniden sebze yetiştireceğim, yine gelin, benim de size bir katkım olsun” diyenlerde. Adıyaman Kadın Çadırı’na asılan “Newroz’a gittik döncez, Newroz pîroz be!” tabelasından, Adıyaman’da çocuk çadırının girişindeki “Jîyan heye hêvî her dem heye”, hayat olduğu sürece umut da daima olacak cümlesinden yeşerecek yeni bir hayat. Umut dayanışmamızda, umut, feminist ilkelerle yürüttüğümüz dayanışmamızla birbirimize sahip çıkmakta, acıların hesabını sormakta, hayallerimizi ayakta tutmakta. Umut, “Evimiz yıkıldı, hayallerimiz değil” diyen duvar yazısında. Bu umutla yıkacağız, afetlere yeni kâr olanakları olarak bakan kapitalizmi ve patriyarkayı; bu umutla kurulacak yepyeni bir hayat.

“Birbirine dolanan hayaller yumağıdır hayatımız,

Hayalleri dik tutmak gerekir.” (6)

(1) Ayten Mutlu

(2) Seyyidhan Kömürcü

(3) Seyyidhan Kömürcü

(4) Ahmet Erhan

(5) Birhan Keskin

(6) Birhan Keskin

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.