Feminizm gerçekten şiddetsiz ve barışçıl mı? Kuşkusuz bu sorgulamaya iten temel gerekçe, erkeklerin feminizmi aşırılıkla suçlamalarına karşılık olarak genellikle feminizmin kimseye zarar vermediği argümanının öne sürülmesi.
Otonom Yayınları’ndan geçtiğimiz ay çıkan Feminist Dehşet: Aşırılık Yanlısı Feminizme Kısa Bir Övgü kitabında aşırılıkçı feminist Irene, kimi feministlerin ve feminist eylemlerin “feminist dehşet” olarak tanımlanmasının peşine düşüyor. Erkeklerin şiddet uyguladıkları, istismar ettikleri, emeklerini sömürdükleri kadınların kendilerini ifşa etmesini, ölçüsünü kendilerinin belirledikleri makullük sınırlarını aşmalarını aşırılık/dehşet olarak tanımlamasının absürtlüğüne kısaca değindikten sonra asıl konusuna geçiveriyor: feminizm gerçekten kimseyi öldürmedi mi? Feminizm gerçekten şiddetsiz ve barışçıl mı? Kuşkusuz yazarı bu sorgulamaya iten temel gerekçe, erkeklerin feminizmi aşırılıkla suçlamalarına karşılık olarak genellikle feminizmin kimseye zarar vermediği argümanının öne sürülmesi. Irene, kitap boyunca bu argümanı yerle bir edecek örnekler veriyor ve kitabın girişinde “Kadınlara kötü davranan, hatta onları öldüren bir sistem karşısında, şiddete şiddetle karşılık vermek hayati, meşru ve gereklidir,” diyerek şiddete dair kendi görüşünü ortaya koyuyor.
Kitabın ilk sayfalarını okuduğumda aklıma feminist gece yürüyüşlerinden bir döviz düştü: “Dua edin ki eşitlik istiyoruz, intikam değil.” Ama birkaç sayfa sonra Irene’nin haklı sorusuyla karşılaşıyorsunuz, feminizm gerçekten intikam istemedi mi hiç? İntikam isteyen, intikam alan, maruz kaldığı şiddete karşı gelmek için şiddet uygulamış, öldürmüş kadınların tarihi neden görünmez? Irene kitap boyunca bu görünmezliği dert ederek, bu kadınların hikayelerini anlatıyor. Kitabın ilk bölümü olan “Bana Şiddete Meyyal Bir Kadının Resmini Yapabilir misin?”de ressam Artemisia’nın “Judith Holofernes’in Başını Keserken” yapıtında konunun diğer yorumlamalarından farklı olarak nasıl da kadınları işledikleri suçun sorumluluğunu alır biçimde resmettiğini, Türkçe’de Ejderha Dövmeli Kız adıyla bilinen Millenium isimli polisiye roman kahramanı Lisbeth’in kadınlara karşı suç işleyen erkeklere karşı uyguladığı şiddeti, Valerie Solanas’ın Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu’ndaki erkek nefretini ve erkekleri ortadan kaldırma planlarını ele alarak aşırılığın ve erkeklerden nefret etmenin neye benzediğini ortaya koyuyor.
Irene’nin çizdiği çerçevenin hatırlattığı bir diğer konu ise Türkiye’de feministler olarak “hayatına sahip çıkan kadınlar” diyerek adlandırdığımız, sistematik erkek şiddetine karşı hayatta kalmak için öldürmek zorunda kalan kadınlar. Irene de kitabın üçüncü bölümünde, ölmemek için öldüren kadınların hikayelerini, bu kadınların nasıl “burjuva, beyaz, ataerkil hukuk sisteminin kendilerinden esirgediği adalete ulaşmak için” öldürmek zorunda kaldıklarını göstererek anlatıyor.
Kitabın son bölümü ise feminist politik strateji olarak şiddet üzerine kurulu. İngiltere’de süfrajetlerin başvurduğu şiddet eylemlerinden, Batı Almanya’da kürtaj hakkını reddeden tıbbi kurumları, tecavüz filmi satan seks dükkanlarını ve kadınların emeğini sömüren kapitalist şirketleri hedefe alan Kızıl Zora’dan ve Meksika’da fabrikalarda çalışan kadınlara cinsel şiddet uygulayan otobüs şoförlerini öldüren Diana’dan yola çıktığı bu bölümün girişinde yaptığı tespit çok kıymetli: kadınlardan baskıya karşı mücadele verirken dahi toplumsal açıdan kusursuz davranmaları bekleniyor. Çünkü kadınlar ne kadar şiddete ve baskıya maruz kalsalar da dertlerini çok ses çıkarmadan dile getirmek zorundalar!
Feminist Dehşet, yazarın da dile getirdiği—ki bunu dile getirmek zorunda kalmasının da üzerine düşünmek gerek—feminist bir yöntem olarak şiddeti öven değil, yaşadığımız somut gerçeklikte kadınlar olarak şiddetle ilişkimizin dahi nasıl da patriyarka tarafından belirlendiğini açığa çıkaran bir kitap. Kadınların hayatta kalmak için hayal ettiği, planladığı ve uyguladığı şiddeti görmezden gelmeye karşı bir itiraz. Yazarın ağzından dile getirecek olursam feminist dehşet ataerkil teröre baskıcı değil yıkıcı bir cevap.