Yaşanan bütün acılara duyarsızlaşan, duyarsızlaştıkça ahlâkçılığa sarılan, tüm yaşamı terör, cinayet ve tecavüz üzerine kurulu bir toplum iflah olabilir mi?
Gülayşe Koçak’ın 2004 yılında Kanat Kitap tarafından yayınlanmış olan karşı ütopyası Topaç, geçtiğimiz eylül ayında Yapı Kredi Yayınları tarafından yeniden yayınlandı. Koçak’ın 1998-2002 yılları arasında yazdığı ve toplumsal kutuplaşmanın uç noktalarda yaşandığı bir ülke tasavvur ettiği Topaç’ta anlatılanlar, bugün ilk yayınlandığı zamankinden daha da tanıdık bizler için.
Topaç, Koçak’ın edebiyatımızda örneğine fazla rastlamadığımız karşı ütopya türündeki iki romanından biri. Her iyi karşı ütopya gibi Topaç da olan biteni daha ilk bölümde özetleyen, didaktik bir anlatı değil. Yaşananları sayfalar ilerledikçe öğreniyor, adım adım giriyoruz bu distopik dünyaya. Bildiğimiz hiçbir dildeki isimlere benzemeyen Melisettö, Lafönj gibi isimler, Malk, özlük, filtre, kalkanmak, temizad gibi kavramlarla romanın geçtiği zaman ve mekân ilk başta yabancı görünse de sayfalar ilerledikçe daha tanıdık gelmeye başlıyor. Romanda, birbirlerinin yüzüne bakmaya, sesini duymaya bile tahammül edemeyen insanlardan oluşan, bütün doğal kaynaklarını tüketmiş, vicdanı ve adalet mekanizması çökmüş, yasakçı, ahlâkçı bir toplum anlatılıyor. Ve aynı zamanda, acımasızlığın, hoşgörüsüzlüğün, nefretin ve şiddetin nasıl adım adım yükseldiği, nasıl olup da kimsenin bu gidişatı durduracak bir şeyler yapmadığı, yapamadığı da…
“Topaç hızlanmaya başlamıştır bile; üzerindeki renkler giderek flulaşır: Acı çekenlere karşı önce genel bir duyarsızlık -örnekleri saymakla bitmez- derken doz hafiften artar, yeni oyunlar, yeni zevkler türer: Sokak çocuklarını, biri ölene kadar zevk için dövüştürmek, sokak çocuklarının itlafı, vahşi çocukların avlanması… … Ondan sonra artık öyle bir noktaya geldik ki, her şey sarhoş bir uğultu içinde eriyor, çılgınca dönen bir atlıkarıncadan bakılan dünya, karmaşık, karmakarışık olmaktan çıkıp, rengârenk bir topacın birbiri içinde eriyerek beyazlaşıveren renkleri gibi, birden basit bir sükûnet ve küntlük halini alıyordu.” (s. 100)
Böyle bir dünyada, yaşananlara karşı duyarlı, empati ve adalet duygusu gelişmiş, ‘iyi’ insanlar ne yapar? Nasıl yaşar, nasıl dayanırlar bütün bu olan bitenler karşısında? İşte roman bir yandan cehennemî bir yaşam tasvir ederken bir yandan da bu çığırından çıkmış toplumda hayatta kalmaya ve akıl sağlığını korumaya çalışan bir kadının iç dünyasını ve mücadelesini de anlatıyor:
“Neden artık beni hiçbir şey gerçekten sarsamıyor? Beni ben yapan, herkesten ayıran, herkes gibi delirmediğime inandıran, dört elle tutunduğum, gurur duyduğum, hâlâ sarsılabilme yeteneğim değil miydi? Sarsılabiliyorum, o halde varım.” (s. 18)
Yavaş yavaş kaybetmekte olsa da hâlâ “sarsılabilme yeteneğine” sahip olan Lafönj, medya ve adalet mekanizmasında nüfuz sahibi olan eski kocasının iftirası ile namus temizleme operasyonuna maruz kaldıktan sonra işini ve dostlarını kaybetmiş, yalnız yaşayan bir kadın. Karne ile alınan, çok kısıtlı miktardaki suyundan artırıp bunu “suluboya günlüğü” tutmak için kullanıyor. Kitapta toplumdaki kutuplaşmalar, karşıt gruplar, alfabeden bir harfin atılmasına kadar varan yasaklar, çılgın cinayetler, giderek yükselen cinsiyetçilik, homofobi ve pek çok şey Lafönj’ün gözünden anlatılıyor. Kitapta anlatılan -şimdi bize daha çarpıcı gelebilecek- olaylardan biri de, topacın hızlanmaya başladığı dönemlerde yaşanan, Lafönj’ün de katıldığı, şehirde canlı kalmış yirmi üç ağaçtan, yeni bir otopark yapmak için kesilmek istenen dördünü kurtarmaya çalışan insanların eylemi. Ortalarındaki canlı ağacı el ele tutuşup, halka halka çoğalarak korumaya çalışan insanlar ve sonrasında bu insanların başına gelenler, Koçak’ın, kitabın ilk yayınlandığı tarihten dokuz yıl sonra gerçekleştiğini bildiğimiz öngörülerinden biri adeta…
Yaşanan bütün acılara duyarsızlaşan, duyarsızlaştıkça ahlâkçılığa sarılan, tüm yaşamı terör, cinayet ve tecavüz üzerine kurulu bir toplum iflah olabilir mi? Doğan çocuklarına kız olursa Canyak, erkek olursa Gebert adını koyan, televizyonlarında “Adım Adım Namus Temizleme” diye programlar yayınlanan bir toplum iflah olabilir mi? “Bunca acı yaşamış ve yaşatmış olan bir toplum hissetmeyi tekrar öğrenebilir mi? Ya sevmeyi?” (s. 203) Bu vahşet dolu dünyada uyuşmuş gibi yaşayan insanlar, buzlar altından, bu büyük umutsuzluk halinden çıkabilirler mi? Belki… Diğer bütün çocukların gülerek izlediği, oynatıcısının çivili sopa darbeleriyle sırtı yol yol kanarken iki ayağı üzerinde oynamaya çalışan ayıyı, gözyaşları içinde kurtarmaya çalışan bir çocuk varsa; intihar etmek üzere çatıya çıkmış birine, isterik “Atla!” çığlıkları arasında “Sakın atlama! Ne olur, yalvarırım!” diye seslenen biri varsa; kediler, köpekler, martılar önceleri eğlence için, sonraları yemek için öldürülürken evinde gizlice hayvan besleyen birileri varsa; umut da vardır belki…
Distopya türünün edebiyatımızdaki iyi örneklerinden biri olan Topaç, derinlikli, etkileyici, iyi bir roman da aynı zamanda. Hâlâ sarsılabilenler için…