İğrenme, seks işçilerine yapışıyor ve bu yapışma “biz feministler” olarak seks işçiliğini patriyarkanın bir imalatı gibi görmemize neden oluyor.

Çatlak Zemin’de 11 Temmuz’da yayınlanmış “Günümüz Seks İşçisi Kültü” isimli çeviriye yönelik birtakım olumsuz eleştiriler ve seks işçiliği üzerine bazı şeyler yazmak istedim. Bir kere bu yazıyı yazmaktan ayrı bir hicap duyuyorum çünkü konunun öznesi değilim. Bu durum, bazı noktalardan ayrıcalıklarım olduğunu düşündüğüm için konunun özneleriyle aramda bir hiyerarşi yaratma ihtimalini aklıma getirip beni huzursuz ediyor. Seks işçiliği hiç yapmadım. Üstelik sektörde sömürülme durumu hakkında kendimi çok uzman görüp birtakım “büyük” açıklamalar yapmak, bana son derece etik dışı geliyor. Yani çalışma alanlarında cinsiyet ayrımcılığına ve mobbing gibi çeşitli toplumsal cinsiyete dayalı şiddete maruz bırakılan kadın mühendislerin, iş sebebiyle erkek patronlarınca, çalışma arkadaşlarınca yaşadıkları sömürü ve haksızlıklar üzerine bir o kadar uzmanmışım gibi konuşmam da son derece abesle iştigal olur. Neden mi? Cevabı aslında çok basit: Mühendis değilim. Neler yaşadıklarını en iyi, konunun özneleri anlatabilir. Aslında anlatıyorlar da. Anlattıklarında ne yapıyoruz? Onları dinliyor ve onlarla dayanışıyoruz.

Seks işçiliği ise her daim bir şekilde hakkında konuştuğumuz bir iş alanı. İş alanı mı değil mi şeklinde tartışmaktan tutalım, iş alanı olmadığına dair yargılamalarımıza kadar, seks işçiliğini hep konuşuyoruz, hep, daima. Ve genelde o tartışma alanında bir tane bile seks işçisi olmuyor ya da seks işçisi muhatap alınmıyor aslında. Bir feminist için ya da fikir, yaşayış, etik bağlılığı başka temele dayanan kişiler olarak, mesela sosyalist de olabilir, seks işçiliği her zaman tartışılması gereken bir alan oluyor. Demek istediğimi en iyi, seks işçiliği alanında zamanında çalışmalar yapmış olan Şevval Kılıç’ın Amargi Feminizm Tartışmaları’nda kayda geçen sözü özetliyor: “Ben seks işçiliği aktivizmine başlarken ırkçılarla, gericilerle, faşistlerle, yobazlarla kavga edeceğimi düşünürdüm, hayatım feministlerle ve sosyalistlerle kavga ederek geçiyor…”1 Neden bu kadar çok tartışmaya açık seks işçiliği? Hayatında seks işçiliği yapmamış cis2 bir kadın feminist, kendi ayrıcalıklarına pek bakmadan neden “Ben seks işçiliğini tartışmalı buluyorum ama…” der? Ve neden seks işçiliği, direkt kadınların cinsel ve beden olarak sömürüldüğü bir alan olarak kabul edilmesiyle iş alanından ve feminizmden aforoz ediliyor? Bir kadının çok daha az sömürüldüğü, makul, “daha ahlaklı” olacağı, yaptığında “daha feminist” olacağı işler mi var da hep seks işçiliği, neden olduğu sömürüyle patriyarkanın lanetlediği bir alan olarak görülüyor?

Tamam, çok soru sordum. Bunları bir düşünelim, bunlar bir aklımızda olsun.

Peki bu yazıyı neden yazıyorum? Bir yandan yazmam gerektiğini hissediyorum, bir feminist olarak. Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası‘nda acının toplumsallığını, başkalarıyla birlikte olmanın olumsal bağlılığıyla açıklar ve “kendi acınla başlayan, içine doğru yayılan, sana dokunabilecek ve hatta teninde acının izi olabilecek ter kadar sana yakın olacak bir etik gerektirir.”3 diye tanımlar. Bu tanımlamayı dayanak almamın, öznesi olmadığım iş alanı, endüstri vs. konusunda seks işçilerini dışlayan ve onları stereotipleştirerek seks işçiliğini yargılayan yazıları eleştirmem için bana alan tanıdığını hissediyorum. Seks işçilerinin ve yaptığı işin yıllardır feminist tartışmaların hedefinde olmasına karşı kendimi seks işçilerinin yanında olma sorumluluğunda hissediyorum;  bunu bir feminist etik konusu olarak görüyorum. Eleştirdiğim yazıdaki en büyük falso belki de, seks işçilerinin iradesini hor görmesi, beyanlarını hiçe sayması. Heather Brunskell-Evans yazıyı BBC Three videosunu eleştirmek için yazıyor. Bu videoda çeşitli seks işçileri, seks işçiliğine yönelik mitleri, deneyimleri ışığında kırmak için genelde karşılaştıkları sorulara ve yargılamalara cevap veriyorlar. Ama Brunskell-Evans, seks işçilerinin iradesini ve beyanını, seks işçiliğini kült ve moda olmakla özdeşleştirerek iki parmağının arasında eziyor! Yazısında kült ve moda çıkarımını, çok yanlış bir görüşü dayanak alıp yapıyor: Seks işçiliğini kölelikle benzeştiriyor, seks işçiliğinin çağ dışı olduğunu söylüyor.

Her şeyi kölelikle benzeştirme konusu can sıkıcı olduğu gibi bir o kadar yanlış; çünkü kölelik denilen şey hâli hazırda zaten var. Bir iş yerinde, bir çalışanın, işçinin yaşadığı sömürü, haksızlıklar, kölelikle eşit değildir. Kölelik, hissedebilen bir canlının yani bir kişinin üzerine tahakküm kurulması sonucu rızası dışında şiddete başvurulup zorlanarak kendisinden sistematik olarak yararlanılması, kendisinin sömürülmesidir. Kadınlar, çocuklar hâlâ köleleştiriliyor. İnsanların ve insan harici hayvanların köleliği günümüzde mevcut. Bu, işçilik demek değildir. Demek ki işçilik, kölelikle aynı anlama gelmez. O yüzden öncelikle işçilikle köleliği birbirinden ayıralım. Seks sattığınız bir iş alanı, seks köleliği olmaz. Bir kadının yahut herhangi bir cinsiyetten, yaştan, türden bir kişinin zorla alıkonulup yeri geldiğinde tehdit ve şantajla rızası dışında seks yapmaya zorlanması seks köleliğidir. Kölenin cebine hiç para girebilir mi? Tabii ki girmez. Ama seks işçisi para kazanır.

Brunskell-Evans, seks işçiliğine çağ dışı diyor. Evlilik kurumunun ve hegemonik heteroseksüel ailenin ayrıcalığı, korunaklı yapısı neredeyse kişilerin tercihine indirgenerek tartışmaya kapalı bir hale gelmişken, evliliğin kendisinin “çağ dışı” olup olmadığı bu denli tartışılmazken, bu konu hakkında bu kadar büyük laflar edilmezken seks işçiliği neden “çağ dışı” oluyor? Brunskell-Evans, seks işçiliğini, kadın kaçakçılığıyla bir tutuyor, seks işçiliğinin meşru gösterme potansiyeli olduğunu düşündüğü insan ve kadın hakkı ihlali olan bir takım suçları buna neden gösteriyor. Cinselliğin bir iktidar aracı olarak şiddete dönüştürülmesi, kişinin kendi bedenini kullanarak ve/ya başka vasıtalarla seks satmasıyla eşdeğer olamaz. Fabrikada patronun keyfi ve haksız uygulamalarına maruz kalan, emeği sömürülen, güvencesiz çalışan nice kadın işçinin emeğini, direkt sömürüyü neden gösterip değersizleştiriyor muyuz? Şu ana kadar kaç tane hakkaniyetli patronla karşılaştık? Bunlar bizim bir kadının fabrikada işçi olarak çalışmasını engel olarak görmemize neden olmuyor. Demek ki bir seks işçisinin işçiliğini de sorgulatmamalı.

Brunskell-Evans, seks işçiliğine karşı argümanlarını, seks işçilerine ayrımcılığı devam ettirerek temellendiriyor ne yazık ki. “Ayrımcılık” kavramına biraz daha yakından bakacak olursak Philadelphia4 filminde Ayrımcılığın Özü‘nün anlatıldığı sahneye kulak verebiliriz. Ayrımcılık, bireyleri kişisel özelliklerine göre değil de birlikte adlandırıldıkları gruba ilişkin atanan karakter özelliklerine göre yargılamaktır. Brunskell-Evans da seks işçilerine dair genellemeci bir yaklaşımla onları kategorize ederek ayrımcılık uygulamış oluyor. Bunu, seks işçiliğine ve işçilerine dair mitler güçlendiriyor ve gerekçelendiriyor. Bu mitlerin detayına girmeden önce Brunskell-Evans’ın nasıl duygularla onlara karşı ayrımcılık biçimini uyguladığını detaylandırmak istiyorum. İlk önce “iğrenme”den başlayacağım. “İğrenme” kişiyle, kişinin nesne olarak belirlediği şeye ya da kişi arasında bir mesafe koymasını gerektirir. Brunskell-Evans da beyaz biritiş bir akademisyen5 olarak seks işçileri ve işçiliği ile arasında bir mesafe koyuyor, yazısında kinaye yaparak: “Fuhuş topluma zararlı değildir, çünkü alt tarafı, karşılıklı rızası bulunan iki yetişkin arasındaki ticari bir işlemdir. Fuhuş suç olmaktan çıkarılırsa, onunla ilişkili olumsuzluklar da kısa süre içerisinde yok olacaktır. Fahişeler müşterileri ile seksten zevk alır ve, hadi ama, birine zevk alması için para ödenmesinin nesi kötü olabilir ki! Hatta fahişeler sosyal hizmet sorumlularıymış gibi, müşterileri de alt tarafı bir hizmet talep eden zararsız adamlar olarak düşünülebilir. Aslına bakılırsa, erkeklere daha fazla cinsel hizmet sunulması, ‘dünya barışına’ katkıda bulunabilir!” Bu cümleleri toplumda ötekileştirilen ve kendisinin de ötekileştirmiş olduğu bir gruba yönlendirip dışarı atarak bir iğrenme reaksiyonu gösteriyor aslında, cümleleri anbean “kusuyor”. Seks işçiliği, bu iğrenme reaksiyonuyla fetiş nesnesine dönüştürülüyor. Olayı “iğrenç” bularak olaydan “ayrı duran” ya da “uzaklaşan” Brunskell-Evans, aynı zamanda “ortaya çıkıyor”. İğrenme, okurlarla paylaşıldığında “iğrenç olarak kabul edilen şeye birlikte tanık olarak” kişinin hayatına nüfuz edilmesine yönelik, ortak bir nefret ya da öfke oluşturuyor. “İğrenmenin adlandırılması”6 seks, kölelik, insan kaçakçılığı nesnelerini biraraya getiriyor ve bu nesneler seks işçiliğiyle, fuhuşla, seks satan bedenle çağrıştırılıyor. Bunlar arasında bir iletişim ve birlik oluşuyor.

İğrenme reaksiyonu olarak dolapta saklananlar, gettoda yaşayanlar/yaşamak zorunda bırakılanlar “kapanmış ya da örtünmüş oldukları için tehdit oluşturuyorlar. Onlardan kurtulmak/uzaklaşmak için ise onlara ulaşmak gerekir.” Brunskell-Evans’ın cümleleri, özellikle kullandığı “topluma zararlı” ifadesi, kendisinin onları tehdit olarak gördüğüne işaret ediyor. Bunun eleştirdiğimiz erkek egemen, fallokrasiye dayanan devlet zihniyetinden bir farkı olduğunu söyleyebilir miyiz? Ülker sokağı, Avcılar’daki Meis sitesini düşünelim. Trans seks işçisi kadınlardan bahsediyorum. ’93 yılına bi’ gidelim: Bir polis tarafından iki gün alındıkları, üç gün tutuldukları, en azından bir kere dayak yedikleri zamana. Mekanlardan, arkadaşların evlerinden çıkarken bile “önce sen, sonra ben” diye çıktıkları zamanlara… ’95-’96’lara… “…kapılarımız balyozlarla kırılırdı. Ülker Sokak’tan bahsediyoruz, yaptığımız iş de fuhuş. El bombası imalatı değil yani, fuhuş, seks yapıyorduk. Kapıların kırılıp özel harekatın camlardan evimize gireceği bir şey değil.”7 Günümüze dönelim. Merkezden çok uzakta çalışan bir seks işçisi öldürüldüğünde cesedinin bulunması 20 gün sürebiliyor. Ankara’da 8 Ağustos akşamı seks işçisi trans bir kadın bıçaklı saldırıya uğradı, saldırgan ise hâlâ kayıp.

İğrenme, seks işçilerine yapışıyor ve bu yapışma “biz feministler” olarak seks işçiliğini patriyarkanın bir imalatı gibi görmemize neden oluyor. Sara Ahmed iğrenme üzerine şöyle diyor: “İğrenme hissi ‘olan’a meydan okumayı hedefleyen bir politikanın parçası da olabilir. Fakat iğrenme döngüsü sadece en yapışkan ekonomilerin içinde bile ihtilaf olduğunu göstermekle kalmaz, bu ihtilafın nesnenin dışında olamayacağını da gösterir.”8 Cinsellik üzerine ne kadar konuştuğumuz tartışmalıyken cinsellik üzerinden örülmeye çalışılan ihtilafın, seks işçiliği tartışmalarını beraberinde getirdiğini görmek bu anlamda şaşırtıcı değil. Cinsellikten konuştuğumuz her an, seks işçiliği de beraberinde bir tartışma konusu oluyor. Bu da cinselliği nasıl algıladığımızla son derece ilintili. Peki cinselliğe bakışımız sürdürmekten azade olmadığımız iktidar yapılarından bağımsız mı?

Trans seks işçisi kadınların şiddete maruz bırakılıp öldürülmelerine dair duyduğumuz utançla onların acısına yaklaşabiliriz. Bu utançla, seks işçilerine, orospulara yönelik ayrımcılığın egemen olduğu zihniyetin değiştiği ve ilham aldığımız feminist gelenekle9 çatışmasının sağaltıldığı, feminizmle seks işçilerine yönelik pozitif algının birbirini dönüştürdüğü bir geleceği tahayyül edebiliriz. Fakat seks işçilerinin iradelerini görmediğimizde, onların emeklerini yok saydığımızda, seks işçilerini tehdit olarak nitelendirecek ifadeler kullandığımızda “ne tür bir tanıma ve barışma” vadetmiş oluruz?

Brunskell-Evans, “fuhuşu savunanlar”ın kendisine ve kendisi gibilere “orospufobik”, “seks negatif”gibi tanımlamalarla (bu ikisi dışındaki tanımlamaları doğru bulmuyorum) ad hominem saldırılar yapıldığını belirtiyor. Bu bence bu konuda eleştiri almamak için kendisinin hazırda tuttuğu bir zırh. “Fuhuşu savunanlar” arasında “fahişe”lerin olmadığını nereden biliyor? Bir kadın olarak atanan kişi olan ben, kadın düşmanlığına dair bir söz ya da eylem sezdiğimde bunun öznesi olarak düşmanlığı zikretme hakkına en yerinde sahip olan kişilerden biriyim. Kadın düşmanlığı yapan erkeklerin, bu ithamın kendilerine yönelik bir ad hominem olduğunu söylemelerini biz feministler nasıl karşılarız? Bu durumda Brunskell-Evans, toplum içinde verili olarak sahip olduğu ayrıcalıkları, ötekileştirdiği bir grubu sessizleştirmek için kullanmış oluyor.

Bu noktada “nefret” kavramını irdelememiz gerekecek. Peki nefret nedir? Sara Ahmed, nefretin yoğun bir duygu olduğunu; fenomenolojik açıdan her zaman kasıtlı olan bir “karşıtlık” hissi içerdiğini belirtir. Nefret, nefretimizin “sebebi” olarak düşünülen ötekilerden uzaklaşma hareketiyle bedenlerin uzamsal olarak yeniden düzenlenmesini sağlar. Nefret “biz” ve “onlar” diye ikililik ve ayrım yaratır. Böylece “onlar”, “bizim” nefretimizin sebebi olurlar. Brunskell-Evans’ın yaptığı şey de makbul olan ve makbul olmayan kadınlık ve cinsellik ayrımıyla ürettiği “biz feministler” ve “orospular” ikililiği oluyor. Brunskell-Evans ve toplumun genel kesiminin düşüncesi “orospu”ların tehlike arz ettiği. Hem kadınlık ve üreme odaklı olarak ya da tek eşli olarak belirli bir bağ, sevgi ya da aşk gibi çeşitli teminatlar altında sürdürülmesi beklenen cinsellik normunun dışında görülür “orospular”. (“Velev ki orospu” olmak, hallelujah!) Kadınlık ve cinselliğe dair kabul gören normatif algının dışında kalan fahişeler, bu norm ekseninde belirlenmiş birtakım ilkelere ihanet ediyor şeklinde yorumlanırlar. Yaşadığımız kapitalist düzen içinde her şey satılabilir olarak görülürken seksin satılması, çok daha fazla büyük bir tehdit oluşturuyor. Yani “günümüz seks işçisi kültü” bir keşif, üstü kapatılan bir konunun ayyuka çıkarılması olmuyor; ikiyüzlü ahlak hikayesini devam ettiriyor. Brunskell-Evans, aslında fahişelerin müşterileri tarafından gördüğü şiddeti, endüstri işinde sömürülmesini, seks işçiliği diye bir şeyin “zaten” “var edilmesine” bağlıyor. Bu şekilde aslında kurban/suçlu ilişkisini neredeyse tersine çevirip bunu gerekçelendirmeye alan açıyor. Bu, sokakta müşteri ya da herhangi bir erkek tarafından saldırıya uğrayan bir seks işçisine, “Seks işçiliği yapmasaydın da saldırıya uğramasaydın” demek olmuyor mu?

Brunskell-Evans, seks işçilerinin, işlerini isteyerek, bilfiil seçerek ve bundan memnun olarak yapmalarına öfkeli aslında. Kendisi için kült olan da seks işçiliğinin severek yapılması. Kabul edelim, çoğumuz acı çeken, bitap düşmüş, illa başka şansı olmadığından seks işçiliği yapmak zorunda kalma hikayelerini10 daha çok duymak istiyoruz. Bu şekilde onların yaralarından ve acılarından fetişizm yaratıyoruz. İsteyerek, tamamen kendi tercihiyle bu işi yapıp yaptığı işten mutlu olan bir seks işçisi hikayesi duymaya tahammül edemiyoruz. Bunun, toplumdaki bazı iktidar alanlarının bize/çoğunluğa sağladığı ayrıcalıklardan bağımsız olduğunu söyleyebilir miyiz?

Açıkçası ben, seks işçiliği dışında başka işlerle uğraşan insanların işlerinden nasıl memnun olduğunu asla anlayamamışımdır. Yani “sevdiği işi yapmak” söylemini pek gerçekçi bulmuyorum ve kendi hayatımda bunu uygulayabileceğimi düşünmüyorum. Zira çalışmanın kendisini sevmiyorum. Severek yaptığım şeyler de pek para kazandırmıyor. Şurada anlaşıyoruz değil mi; zorundalıklarla, kendimizi geçindirmek ve hayatta kalmak için para karşılığı çalışmak üzere hayatımızı bir düzene sokmaya çalışıyoruz. Para kazanmazsak kendi ayaklarımızın üzerinde yaşayamayacağımız bir düzen içindeyiz. Bu sistem başlı başına adaletsiz. Rekabet, hiyerarşi, başarısızlık olarak inandırılan, şiddet dolu hikayeler canlanıyor benim gözümde, iş yaşamı deyince. Benim için zorunlu olarak çalışmak, o işi yapmak istememek için çok mantıklı ve geçerli bir sebep. Üniversite yıllarında hayal ettiğim gibi şekillenmedi asla iş hayatı. Ve benim için gelinen nokta: İş yaşamı bende travma yarattı. Para kazanmak zorunda olduğum gerçeği yüzüme vurularak istediğim işi yapma isteğime ve bu yüzden uzun soluklu arayışlarıma ama kısa soluklu iş hikayelerime, yakın çevrem de dahil tepkiyle yaklaştı. Bu sistem içinde ben çok şey istiyormuşum (!) Bir ara kitabevinde çalışıyordum ve buna burun büken “antikapitalist” insanlarla karşılaştım. Ne kadar para kazandığımızın önemli olduğu, hatta bizzat bu eksende yetiştirilip okutulduğumuz, her zaman başarılı olmamızın gerektiği, en küçük bir hataya tolerans göstermeyen, rekabetten beslendiği kadar dışlanmamak için iş arkadaşlarımızla o iş yerinin gerektirdiği bir ilişki içinde olmamız gerektiği bir hayat, iş yaşamı. Sevdiklerimizden çok daha fazla iş arkadaşlarımızla zaman geçirmek zorunda kaldığımız, hobilerimize gerçekten şanslıysak vakit ayırabileceğimiz bir hayattan bahsediyoruz iş deyince, farkındayız değil mi? Buna eşit emeğe eşit ücretin verilmemesini, güvencesizliği, cinsiyet ayrımcılığını, işlerin cinsiyetlendirilmesini, mobbing yapılmasını hatta sadece “belirli” insanların iş bulabilmesini eklersek, neden hâlâ patronlarımızı öldürme girişimine dahi teşebbüs etmediğimize ve neden derdimizin seks işçiliğinin güya kült olduğunu lanse etmek olduğuna inanamıyorum.

Seks işçiliği kültünün öne sürülmesinin bir dayanağı da seks işçiliğine dair mitler. Seks işçiliğini yapanlar sadece kadınlar olmadığı gibi bunu talep edenler de sadece erkekler olmayabilir. Üstelik iban no. karşılığında tanıdığınız ya da tanımadığınız biriyle internet ya da telefon üzerinden sexting yaptığınızda da seks işçiliği yapmış olursunuz mesela. Öyle “korkutucu” senaryolar getirmek gerekmiyor akla. Kayıt dışı yapılan seks işçiliğinin tamamen sömürüye açık bir alan olması ve devletin genel ahlakçı yapısı sebebiyle genelev sayısını azaltması, kendi eliyle kadınları vesikalandırmaya yanaşmaması, seks işçilerini sokağa, yeraltına dökerek onları çok daha fazla tehlikeye atması bir yana, seks işçiliği erkek egemen heteronormatif aile yapılanmasını tehdit eder. Şevval Kılıç, patriyarkanın vajina üzerinde kurduğu iktidarla, onu üremeye dayalı denetleme ve düzenlemeye tabi tuttuğunu, bu yüzden vajinanın üreme dışındaki faaliyetlerini desteklemek gerektiğini belirterek seks işçilerinin bu anlamda tanrıça olduğunu iddia ediyor. Çünkü “… birisinin karısı olmak zorunlu seks işçiliğidir, zorunlu ev içi emektir ve bir sürü şeyi de bedavaya getirmektir. Kimse kırk yıl boyunca sadece aynı kişiyle sevişmek istemez, bu nettir… Seks işçileri emeklerinin karşılığını hayatlarını kaybetme pahasına alırlar.”11

Son olarak Brunskell-Evans’ın “orospu” sıfatına yönelik çıkarımını eleştirmek istiyorum. Brunskell-Evans, orospunun erkekler tarafından kadınlara verilmiş bir sıfat ve ilkel patriyarkal ahlâkın bir parçası olduğunu belirtiyor. Bu yüzden “orospuların” gerçekten var olduğu düşüncesinin, kadınları iki gruba bölmeye yaradığını söylüyor. Bu noktada yaratılan “namuslu”, “makbul” sıfatlarının egemen ve baskılayıcı gücünü gözardı ettiğini düşünüyorum. Orospu ifadesinin sahiplenilmesini baştan patriyarka karşısında sonuçlanan bir kayıp olarak gösteriyor. Böylelikle “Velev ki orospuyum!” “Evet, orospuyum!” şeklinde verilen karışılıkların gücünü etkisiz kılmış oluyor. Brunskell-Evans’ın söylemek istediğini dışlayıcı olmayan bir şekilde Sara Ahmed şu şekilde anlatır: “Ötekileri oluşturan göstergelerin tekrar yoluyla yapışkan hâle geldiğini ileri sürebiliriz; eğer bir kelime sürekli olarak belirli bir şekilde kullanılırsa, o “kullanım” esas olur; o bir gösterme şekli olur.” Bu durumda “orospu”yu aşağılama olarak duymamak zorlaşır. Küfür, tehdit ve nefret söylemi haline gelen bu göstergelere karşı en etkin mücadelelerden biri ise bunları sahiplenerek, yaratıcı tekrar yoluyla esas olan kullanımın içine etmek, yapısını bozmak olur.12 Brunskell-Evans’ın, queer’in (türkçe’de tuhaf, ibne, ne idüğü belirsiz olarak kullanabiliriz), dyke’ın (lezbiyenler için kullanılan aşağılayıcı bir kelime olarak ortaya çıkıyor), sevici’nin bu şekilde sahiplenildiğini, Sürtük Yürüyüşü’nün böylelikle doğduğunu bilmediği aşikar. Bilmemek değil de öğrenmemek ayıp olsa da kendisinin bu demeci, beyaz biritiş akademisyen iktidarının yarattığı kibrin bir tezahürü değil de nedir?

***

Eleştirdiğim çevirinin, düşünce özgürlüğünü aşarak nefret söylemi ürettiğini, bir ayrımcılık biçimini meşrulaştırdığını, belirli bir gruba, seks işçilerine, orospulara karşı nefreti ve düşmanlığı devam ettirdiğini iddia ediyorum ve yazımda bunun sebeplerini, kaynaklarıyla göstermeye çalıştım. Brunskell-Evans’ı ve bu zihniyeti eleştirdiğim kadar Çatlak Zemin’e de bu yazıyı neden Türkçe’ye çevirmeye ve yayınlamaya değer bulduklarını sormak istiyorum. Ne düşünerek paylaşıldı? En azından Erkekler neden taciz eder? Cinsel tacizin ‘motivasyonlarına’ ışık tutan yeni bir çalışma yazısında olduğu gibi bir açıklama, çevirmen notu vb. paylaşılsaydı daha iyi olmaz mıydı? Bu soruyu soruyorum çünkü Çatlak Zemin, benim feminist mecra olarak çok değer verdiğim, yazılarımla katkı sunduğum, dayanıştığım ve parmaklarımızın sayısını geçmeyecek hatta çok daha az feminist yayın kalmış olmasına rağmen hâlâ varlığını sürdüren feminist yayınlar arasında birtakım nedenlerle katkı sunduğum tek feminist mecra. Bu yüzden çok önem veriyorum ve yazılarım doğrultusunda kurduğumu düşündüğüm hukuka sığınıp Çatlak Zemin’in de bu yazıyı yayınlamasında sorumluluğu olduğunun altını çizerek bu yazının paylaşılmasının arkasındaki motivasyonu öğrenmek istiyorum.

Çatlak Zemin’den dipnot:

Yazının son paragrafında, Çatlak Zemin’in bu yazıyı neden yayınladığına ilişkin yöneltilen eleştirel soruya cevaben; bu yazıyı feminizm içi bir tartışmanın, konuyu ve iletişimi kapatan bir yöntemle yapılması yerine, karşılıklı argümanlar ile ikna ederek yapılmasının daha doğru olduğunu düşündüğümüz için yayınladık.

Bir yıl önce yayına başlarken de söylediğimiz gibi Çatlak Zemin feminizm içi tartışmalara açık bir mecra, feministlere ayrı ayrı veya birlikte söz üretebilecekleri bir alan açmak için buradayız. Brunskell-Evans’ın yazısı da seks işçiliği/fuhuş konusunda hararetle yürütülen feminizm içi tartışmaların bir parçası. Bize gönderilen bu çeviriyi yayınlamaya karar verirken okuyanlar arasında yazara yakın düşünenler kadar aykırı düşünenlerin de olabileceğinin farkındaydık. Bu yazının çeşitli sorunları olabileceğini biz de düşündük ve tam da bu nedenle; konu, Türkiye’de yeterince tartışılmış ve tüketilmiş olmadığı için yayınlamaya karar verdik. Zemini ve zihnimizi hep açık tutuyoruz ki feminist sözümüzü çoğaltabilelim. Bazı hususlarda zaman zaman ayrı düşsek bile hemfikir olduğumuz nice konu ve birlikte yürüyeceğimiz uzun bir yol var.

1     Amargi Feminizm Tartışmaları- 2012, s. 251

2     Cisgender, doğumda atanmış cinsiyetiyle uyum gösteren cinsiyet kimliğine sahip kişiler için kullanılan bir kavramdır. Aslında bu noktada sevgili transfeminist Aligül’ün “natrans” şeklindeki çevirisini çok önemli bulsam da yaptığım muhakemeyle cisgender’ın ayrıca “interseks” olmayan kişileri de işaret ettiği sonucunu çıkardığımdan cisgender’ı Türkçeleştirme konusunda “natrans”ın yeterli olmadığını düşünüyor ve kısaltılmış ifade olarak “cis”i kullanıyorum.

3     Çev. Sultan Komut s. 46

4     Philadelphia, ’93 yapımı bir Amerikan filmi. Tom Hanks ve Denzel Washington’ın başrolünde olduğu filmde, HIV+ pozitif bir adamın çalıştığı avukatlık bürosundan bu nedenle kovulduktan sonra girdiği hukuk mücadelesi konu ediliyor: http://www.imdb.com/title/tt0107818/

5     Bu sıfatları özellikle kullanıyorum çünkü iktidar kurucu çarpımsal ve birbiriyle kesişen yapıların varlığı ışığında patriyarkayı analitik bir kategori olarak tekrar tanımlama gereğini ortaya sürmüş ve tartışıyor oluyorum. Keşisimsel feminizm, kiyerarki olarak tanımladığı bu sistemle mücadele edilmesi gerektiğini öne sürerken kadın olmak, kadınlık deneyimi yaşamak ve/ya yaşamış olmak, feminist olmak gibi var olma hallerinin, kişilerin “eşit” düzeyde ilişkilenebilmeleri için yeterli veriler olmadığını belirtmiş oluyor.

6     Ahmed, Sara, Duyguların Kültürel Politikası, çev. Sultan Komut s. 125

7     Bir trans kadının 90’lardaki Beyoğlu tanıklığı, Ülker Sokak’taki trans direnişi üzerine hikayesi için: http://www.zeroistanbul.com/insanlar/roportajlar/sehir/sevval-kilic

8     Ahmed, Sara, Duyguların Kültürel Politikası, çev. Sultan Komut s. 127

9     İstanbul’da, Üsküdar’da 1986 yılında “Hepimiz Fahişeyiz” diye slogan atılan bir eylem örgütledi feministler, “fahişelik meslektir” diyerek: https://catlakzemin.com/18-subat-1990-butun-kadinlar-438e-karsi/. 2007’de ise feministler genel seçimlerde vesikalı adayları destekliyor bildirisi açıklandı: https://catlakzemin.com/17-temmuz-2007-feministler-genel-secimlerde-vesikali-adaylari-destekliyor-bildirisi-aciklandi/

10  Trans, Onurlu, Türkiyeli projesi kapsamında trans seks işçisi kadınların hikayesi için bknz.: https://www.youtube.com/watch?v=Wlfh2QIeuo0&index=8&list=PL2512E7325A011C0D

11  Amargi Feminizm Tartışmaları – 2012. s. 284 – Transfeminist Gülkan’ın, Transfeminizm sunumunda seks işçiliği üzerine yaptığı yorum.

12  Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi verdiğim yazım için: https://catlakzemin.com/in-queer-feminism-we-trust/

1 Yorum

  1. FUHUS VE MARJINALIZASYONUN FETISLESTIRILMESI

    Fuhuşu tartışırken, acaba pek çoğumuz, belki farkında olmadan, belki de olarak ”marjinalizasyonu fetislestirlestiriyor” olabilir miyiz? Lütfen dikkat edin, etkin fiil kullanıyorum: fetislestirmek. Bu tercih bilinçli, zira bence faillige dair vurgu önemli.

    Son derece kısaca özetlemek gerekirse, benim gözlemim su yönde: feminist çevrelerde fuhuş söz konusu olduğunda kabaca iki tutum olduğu iddiası yaygın: fuhuşa karşı olanlar, ve bu nedenle seks isçilerinin haklarının karşısında duranlar; seks isçilerinin haklarını savunanlar, ve bu nedenle seks hizmetlerinin piyasada alınıp satılan diğer tüm hizmetler gibi ”normalleştirilmesi” taraftarı olanlar. Bu ikiciliği ne denli sahte ve saçma bulduğumu, fuhuşa karşı olup seks isçileriyle omuz omuza dayanışma gösterilebileceğini, fuhuşun ataerkil, geleneksel ve muhafazakar bir kurum olup fuhuşa olan talebin kurutulması yoluyla ortadan kaldırılmasını arzu edilir bulduğumu belirtmeliyim.

    Eğer marjinalizasyonun fetislesitirilmesine geri dönecek olursak… Sanırım önce tartışmanın arkaplanindan bahsetmek gerekecek. Benim gözlemim o ki sol-liberal çevrelerde seks sektöründe olan kişilerin maruz kaldıkları psikolojik, cinsel, fiziksel ve manevi şiddete karşı hakli bir hassasiyet var. Ancak bu hassasiyet, fuhusa ve yarattığı şiddete karşı çözüm yolları söz konusu olduğunda yine sol-liberal bir okumada kaldığında, meselenin temel noktalarını ıskalıyor ve söz konusu şiddeti ebedîleştirme riskini taşıyor.

    Öyle ki sol-liberal bir tahlilde, radikal feminist bir analizin ulaştığı, fuhusun kadına (ve esasında çocuklara ve erkeklik dışında kodlanan herkese) karşı şiddetin en köklü ve belirgin görünümlerinden biri olduğu tespiti terkediliyor. Zira sol-liberal analize göre şiddetin önüne geçilmesi için yapılması gereken seks hizmetlerinin, piyasada alınıp satılan tüm diğer hizmetlerden farksız olduğunu kabul etmek; seks sektörünü ”normalleştirmek”. Bununla hedeflenen sektörün statüsünü yükselterek, seks isçilerini güçlendirmek. Eğer seks sektörünün statüsünü yükseltirsek, seks isçileri de tüm diğer meslek grupları gibi hukuki güvencelere kavuşur ve sendikalar altında örgütlenerek sendikal haklarını kullanabilir (ancak örneğin bu hakların kimlere karşı kullanılacağı sorusu genelde yanıtsız bırakılıyor; zira sol-liberaller genelde pezevenklik kurumuna karşılar). Kısacası ”pro-sex”, sol-liberal bir tahlil talebin (ve dolayısıyla eril cinselliğin) verili ve değiştirilemez olduğundan yola çıkarak, ”zararın minimalize edileceği” (ortadan kaldırılacağı değil) bir düzeni talep ediyor.

    Sol-liberal stratejinin ”güçlendirme” hedefine özellikle vurgu yapmak gerekiyor. Zira fuhuş söz konusu olduğunda sol-liberal tahlil, neo-liberal hegemonyanın bir urunu ve onun kelime dağarcığını kullanıyor. Neo-liberal düzende mağduriyet yahut güçsüzlüğe yalnızca tiksinme ile yaklaşıldığı için (ve seks isçisini buna maruz bırakmamak adına), seks isçisi neo-liberal diskurun süper-kahramanı olan ”bağımsız girişimci” olarak yeniden kurgulanıyor. Bu kurgu en iyi ihtimalde sektörün dinamiklerine ilişkin sessiz kalmayı gerektiriyor. Öteki ihtimallerde ise seks isçiliğine ilişkin bir romantizm kurguyu takip ediyor: buna göre seks isçiliği tüm diğer islere kıyasla ”kolay ve hızlı yoldan para getiren” ”eğlenceli” bir meslek olarak tasvir edilebiliyor. Hatta kimilerine göre sektör esasında ”kadını güçlendirici” ve ”özgürleştirici” nitelikler taşıyor. Yine kimi tahliller seks isçiliğini ”ataerkil ve zorunlu monogam düzene çomak sokan,” ”devrimci nitelikte” ”nihai feminist strateji” olarak anıyorlar.

    Söz konusu romantizasyona ilişkin refleks esasında anlaşılır. Zira romantizasyonun failleri yer yüzünde yer alan muhtemelen en vahşi ve zorlu sektörün emekçileriyle dayanışma gösterme kaygısındalar; kaldı ki kendini feminist olarak tanımlayan gruplarda dahi baş gösteren açık seks isçisi düşmanlığı bu refleksi iyice beklenir kılıyor. Ne var ki söz konusu kaygı, güçsüzlük ve mağduriyetin yalnızca tiksinme ile yanıtlandığı hegemonik neo-liberal söylemin sınırları çerçevesinde ancak romantizasyonla bir ifade bulabiliyor. Bu da çeşitli nedenlerden ötürü sıkıntılı. Öncelikle romantizasyonun seks sektörüne dair sunduğu tablo, gerçeklikten oldukça uzak; ne seks sektörünün dinamiklerini (sektörün sürekli ”taze et” talep ediyor oluşu, pezevenklik kurumunun sektörün genelde kaçınılmaz yahut zorunlu, her ihtimalde ayrılmaz bir parçası olduğu) ne de seks isçilerinin yaşadıkları gerçekliği (pek çok araştırma ve kişisel tanıklığın işaret ettiği üzere seks isçilerinin ezici bir bölümü sektörde olmaktan memnun değiller, imkan buldukları taktirde sektörü terk etmeyi düşünüyorlar, sevdikleri ve yakınlarına sektörde çalışmayı tavsiye etmiyorlar, önemli bir kısmı sektöre çocuk yastayken girmiş, önemli bir kısmı sektörün yıpratıcılığıyla uyuşturucu bağımlılığı üzerinden basa çıkmaya çalışıyor…) olduğu gibi aktarıyor. Seks hizmetleri satın almanın ”normalleştirildiği” ”deneylerde” (bkz. Almanya, Hollanda, Yeni Zelanda) söz konusu sıkıntıların aşılmadığı, aksine derinleştiği gerçeği ise sol-liberal romantizasyonun failleri tarafından sıklıkla imtina edilen bir nokta olarak kalmaya devam ediyor. Öte taraftan sol-liberal romantizasyon neredeyse mizojinik bir saplantı ile yalnızca seks isçilerini konuşuyor; sektörü yaratan ve ayakta tutan talebi (ve dolayısıyla müşterileri) tümüyle tartışma dışında bırakma eğilimi gösteriyor.

    Belirtmek gerekiyor ki sol-liberal tahlilin de (bağımsız girişimci formunda) yeniden ürettiği ve ataerki tarafından da hepimizin zihinlerine islenen ”mutlu orospu” figürü, kimi insanların seks sektöründeki gerçekliğinin isabetli bir tasviri. Kendi müşterilerini seçme lüksüne sahip olan, güvenliğini sahip olduğu sosyal yahut sert sermaye ile o ya da bu şekilde garanti altına alabilen, sektörde istediği zaman ve kendi koşullarında bulunma ve aksi halde ertesi gün sektörü arkasında bırakabilme ayrıcalığına sahip, bunu yaparken de hem kendi hem de müşterilerinin cinsel hayatlarını ”çeşnilendiren” seks isçileri elbette ki var. Ancak ne yazık ki sektörün içinde kapladıkları orantısal alanı düşünürsek, hiç bir şekilde sektörü temsil etmediklerini söylemek abartı olmaz. Zira aksini iddia etmek Silikon Vadisi’nde yılda 300.000 $ karşılığında emeğini satan emekçiler üzerinden kapitalizm güzellemesi yapmaktan farklı olmaz.

    Benim gözlemim o ki sol-liberal tahlil nihayetinde anlaşılır ve haklı bir kaygıyı ifade etmenin yani sıra, bir diğer işleve daha sahip ki ben de tam bu nokta da marjinalizasyonun fetislestirilmesinden bahsetmek istiyorum. Zira her nedense sol-liberal tahlilde, fuhuşun ataerkil cinsel politikaların ve zorunlu monogaminin temel yapıtaşlarından biri olduğu -müsaadenizle- gerçeği tümüyle inkar edilip, yine iki yüzlü ataerkil ahlakçılığın addettiği “düşük statü” dayanışmanın çıkış noktası olarak ilan edilerek, fuhuş “erdem sinyalciligi” uğruna fetislestiriliyor. Öyle ki sol-liberaller, “toplumun en marjinalize olanlarıyla” dahi dayanışma gösteren, yargılamayan, açık fikirli, ahlakçılıktan uzak, “seks-pozitif”, “cool”, sürüden ayrı politik özneler olarak inşa ediliyorlar. İşin ilginç yani sol-liberaller sektörün gerçeklikleriyle yüzleşmeye zorlandıklarında, esasında çok da çekinmeden bireyin “beden üzerindeki nihai tasarruf hakkini” teorik olarak ele aldıklarını da itiraf ediyorlar. Bu yaklaşımın olabildiğince sorunlu beden ve zihin/benlik ayrımına işaret ediyor olduğunu bir yana bırakırsak dahi, söz konusu hakkin öznesi olan birey yaşadığımız toplumların cinsel, ırksal ve ekonomik hiyerarşilerinden bağımsız, nötr, kimliksiz birer birey olarak kurgulanıyor. Şaşırtıcı değil ki bu tutum sıklıkla seks sektörü içinde hiçbir zaman yer almamış ve muhtemelen yer almasına da hiçbir zaman gerek bıraktırmayacak ayrıcalıklara sahip bulunan kişiler tarafından dile getiriliyor. Kısacası seks isçilerinin ezici çoğunluğu için tahammül edilemez bir gerçekliği ifade eden fuhuş, sol-liberallerin entelektüel heveslerinin oyun alanına dönüşüyor.

    Metnin en başında “marjinalizasyonun fetislestirilmesinde” faillige dair yaptığım vurgu da tam olarak bu nedenle idi. Zira fuhuş karşıtlarına sol-liberal perspektiften yöneltilen temel eleştirilerden biri, fuhuş karşıtlığının fuhusun “normalleştirilmesinin” önüne tas koyarak seks isçilerinin maruz kaldıkları kiyimin “azmettiricilerinden” biri olmaları. Eğer taşı tersine çevirmek gerekirse, sol-liberaller, fuhuşun somut gerçekliklerine yüz çevirip bu kurumu romantize ettiklerinde, kiyimin ebedîleşmesine katkıda bulunuyor olabilirler mi? İnsanın aklına Sojourner Truth’un “Ain’t I a woman” konuşmasına atıfla sunu sormak geliyor: sol-liberal romantizasyonun kalıplarına uymayan ezici çoğunluktaki seks isçisi, seks isçisi değil mi?

    “Patronsuz ve pezevenksiz bir dünya istiyoruz!”. Ben –musaadenizle- biraz daha ileriye gideceğim: “Patronsuz, pezevenksiz, fuhuşsuz, herkesin özgürce seviştiği (ya da sevişmediği) bir dünya istiyoruz.”

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.