Şehrin tarihi ve kültürel hafızasının korunması için ilk önce oranın insanı ile birer birer görüşülmesi gerektiğini düşünüyorum ben. Halkın bütün bu kaybettiği tarihi ve kültürü hakkında fikri var. Onların görüşleri, istekleri talepleri dikkate alınarak yeniden inşa mümkün olabilir ancak.

Samandağ Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi

Biraz Nehna’yı tanıyarak başlayalım istersen. Antakya ve çevresindeki Ortodoks toplumu tanıma, anlama, anlatma isteğiyle çok sesli, çok yönlü bir fikir platformu olarak yaklaşık iki sene önce kuruldunuz. Tabii ki deprem sürecinde daha farklı işler de yapmaya başlayan bir yer oldunuz. Hem platformunuzdan hem de deprem sonrası sürecinizden bahsedebilir misin? Şu dönem aktif olarak yürüttüğünüz faaliyetler neler?

Nehna Arapça’da “biz” demek diyerek başlamak isterim. Antakya ve çevresindeki Arap dilli Ortodoksları, onlara dair kültürel öğeleri ve güncel sorunlarını anlama ve anlatma isteği ile Antakya bölgesinin çeşitli ilçelerinde doğmuş altı kişi bir araya geldik, 15 Ekim 2021 tarihinde “Nehna” platformunu kurduk. Bizim amacımız içine doğup büyüdüğümüz toplumu anlamak; Ortodoksların o bölgede etkileşimde bulunduğu diğer dinler ve mezhepler ile kurduğu kültürel ve sosyal ilişkiler üzerine yazılar yazmak ve bizi dışarıdaki diğer toplumlara tanıtmak. Antakyalı olmak özellikle orada yaşayan azınlıklar için önemli bir kimlik meselesiydi. Ve bizim bu biricik olarak gördüğümüz kimliğe sahip çıkmamız, Antakya ve çevresindeki çok kültürlülüğün, gelenek ve göreneklerimizin bir sonraki nesile taşınması, aktarılması adına yazılı ve görsel bir boşluktan doğdu Nehna.

Zaman içerisinde çok ilgi gördük, kendi toplumumuz dışında daha geniş toplumlara sesimizi duyurmayı başardık. Bu kişilerin bazıları bizim Nehna platformunun yazarlar ekibine katılarak bize gönüllülük çerçevesinde katkılarını sunmaya başladılar. Ama maalesef ki 6 Şubat deprem felaketiyle “Nehna” bir anda adeta bir sivil toplum kuruluşu gibi çalıştı. Roller bir anda değişti ve kendimizi kocaman bir felaketin içinde herkese yetmeye, koşmaya çalışan bir oluşum gibi hissettik. Kurucu üyelerimizden ve aynı zamanda editörlerimizden Anna Maria Beylunioğlu ve Emrecan Dağlıoğlu İstanbul’da bilgisayar başında iki üç saatlik uykuyla, günlerce bölgede bulunan ben ve İskenderun’da olan Mişel Uyar’a destek sağladılar. Anna Maria aynı zamanda aşçılık alanında profesyonel şeflik eğitimi aldığından içinde olduğu şeflerin whatsapp grubu bir anda Acil Gıda Kolektif grubuna dönüştürülmüş ve oradan şefler deprem bölgesine bir aşevi kurmak için organize olmaya başlamıştı. Ve “Nehna” ile bize ulaşan gönüllü aşçılar sayesinde biz hem İskenderun’da Mar Circus Kilisesi’nde hem de Samandağ’da Aziz İlyas Kilisesi’nde bir aşevi kurmayı başarmıştık.

Ben ve Mişel sürekli Anna, Emrecan ve Can’la binbir zorluk ve imkansızlıklar içinde iletişim kurmaya çalışıp hep ihtiyaçlarımızi bildiriyor ve bütün bunların doğru yere kanalize olmasını sağlıyorduk. İlk günler tanımadığım bilmediğim bir sürü numaralardan enkaz kurtarma için yardım çağırıları geliyordu. Bunların hepsini Anna’nın enkaz kurtarmadan tanıdığı birkaç arkadaşına yönlendirerek elimizden geldiğince bir şeyler yapmaya çalıştık fakat ben eminim ki yetemediğimiz ulaşamadığımız çok yer kaldı. Çünkü yıkım çok büyüktü çaresizlik yaşadığımız durumlar, imkansızı hissettiğimiz çok an oldu.

Şu an hâlâ aktif olarak yürüttüğümüz Samandağ Aziz İlyas Kilisesi’ne kurduğumuz aşevimiz var. Oraya iki haftada bir giden ve değişen gönüllü şeflerimiz ile çok sıkı bir şekilde iletişim halindeyiz. Eksilen, ihtiyaç duyulan malzemeleri bizlere sosyal medyadan ulaşıp destek olmak isteyen insanlar ile kesiştirip gidermeye çalışıyoruz. Aşevine gelen çocuklar için birtakım etkinlikler düzenlemek isteyen gönüllü eğitmenlerimize eksik olan birtakım ihtiyaçları sağlamaya çalışıyoruz.

Nehna’dan kişiler ve sen de deprem haberini aldıktan sonra direkt Antakya’ya gitmişsiniz aslında. Hatay’a ilk günlerde yardımların ve desteğin gitmediğine, sonrasında da ne kadar yetersiz olduğuna tanıklık ettik, ediyoruz. Senin gittiğin zaman ilk gün gözlemlerin, hislerin nelerdi?

Annem beni 6 Şubat sabaha karşı 4:30’da aradı. Sesi bayağı telaşlı bir şekilde “Kızım iyi misin, burada çok büyük bir deprem oldu. Orada da herhangi bir şey oldu mu?” diyordu. Öyle büyük hissedilmiş ve uzun sürmüş ki annem Türkiye’nin her tarafından hissedilmiştir diye düşünmüş. Ben tabii o saatten sonra bir daha uyumadım, sabaha kadar Antakya ve civarında yaşayan başta babam olmak üzere -çünkü annemle konuştuğumda babam yanında değildi-herkesi aradım fakat kimse ile doğru düzgün iletişim kuramıyordum. Babama asla ulaşamıyordum. Kuzenimle bir iki dakika konuşabildiğimde “Keti Samandağ’ında her yer yıkıldı, sizin eve babana bakmaya gidiyoruz ama hiçbir yoldan geçemiyoruz, sizin mahallede bütün binalar çökmüş, çok kötü yağmur yağıyor, herkes sokakta, savaş çıkmış gibi” diyebildi sadece. Televizyonu açıp haberlere bakıyorum asla Hatay’dan bahsedilmiyor. Nehna whatsapp grubumuzdan Can “ben İskenderun’a doğru yola çıkıyorum” diye yazdı. Ben hemen Can’ı aradım seninle geliyorum diye. Evden nasıl çıktığımı şu an hatırlamıyorum bile. Bizim kurucu üyelerimizden Mişel Uyar zaten İskenderun’da yaşıyordu. Gelişmeleri bize bildirmeye çalışıyordu ama telefon hatları da internet de çalışmıyordu. Bizi en çok telaşlandıran kaygılandıran ve engelleyen şey şebekelerin uzunca bir süre çekmemiş olması ve kimseye doğru düzgün ulaşamayışımız oldu. Biz Can’la 6 Şubat gece yarısı İskenderun’a ulaşabilmiştik. Limandaki yangın ve duman, şehrin zifiri karanlığı ve sessizliği tıpkı bir film sahnesi gibiydi. Her birimizin kafasında bir sürü soru, yüksek sesle dillendirmekten korktuğumuz endişelerimiz. Ben o gece İskenderun’daki kuzenlerime geçtim ve o dondurucu soğukta sabahın olmasını bekledik. Sonra İstanbul’dan benimle gelen arkadaşımla birlikte Mişel’le de iletişime girip Mar Circus Kilisesi’ne doğru yıkılan binaların, o büyük enkazların arasından geçerek ulaşmaya çalıştık. Kafamı nereye çevirsem her türden bir çaresizlik bir feryat, insanlar kendi çabalarıyla birbirine yardım ediyor ve elleriyle enkaz kazıp yakınlarını kurtarmaya çalışıyordu. Ben Mişel’i kilise bahçesinde görünce biraz rahatladım ve ne diyeceğimi bilemeden hemen ne yapalım sorusunu sorduğumu hatırlıyorum. Anna’nın iletişime girdiği bir grup şef kilise bahçesinde hazır bir şekilde bekliyordu. Mutfak kurmak istediklerini söyledi ama ne ekipmanları ne de bu adımı atacak insan güçleri vardı. Mişel hemen birçok genci oraya topladı gerekli ekipmanları bulmak için hep yollardaydı. Biz gelen malzemeleri indirip yerleştirirken benim aklımda sadece Samandağ’ına ailemin yanına nasıl gideceğim sorusu vardı. Çünkü yolların hep çok kalabalık ya da kapalı ve özel, görevli araç dışında geçişlere izin verilmediği bilgisi geliyor, benim korkularım giderek artıyordu. Sonra bir şekilde bir Kızılay aracı erzak getirmişti kiliseye, hemen şoförü ile konuştum o da bazı şefleri Antakya merkezde kurulacak mutfağa götürecekti, beni de yanlarına aldılar ve ben bir şekilde 7 Şubat akşamı ailemin yanına ulaşmıştım. Evi yıkılan bütün akrabalarımız dedemlerin sağlam kalan evinin bahçesinde bir sobanın etrafında karanlıkta oturuyordu. Herkes yorgun, kaygılı ve korku içindeydi. Aileden hiç kimsede can kaybı yaşamamış olmamız tutunduğumuz en büyük şeydi. Ben bir gecede, o anda çözüm üretmeye başladığım anda o evde o büyük deprem faciasını yaşamış herkesin anne babası gibi hissetim kendimi. Bir anda kocaman bir sorumluluk kendiliğinden öylece omuzlarıma çöktü. Ve kuzenlerimle hemen koordine olup koşulları iyileştirme girişimlerine girdik. Ertesi gün sabahtan mahalleye çıkıp arkadaşımla kurabileceğimiz bir koordinasyon merkezi arayışına girdik. Tırların yola çıktığı haberlerini alıyorduk fakat her şey gibi tırlar da Samandağ’ına ancak depremin üçüncü günü ulaşabildi. Mezun olduğum Jan ve Suphi Beyluni Lisesi’ne bir gün bir koordinasyon merkezi kuracağımız asla aklıma gelmezdi. Ve hemen birçok gelen gönüllüyü, birtakım sol örgütlerini hep oraya yönlendirdik ve hep birlikte tırların indirilmesinden tutun da erzakların tasnifi, dağıtımına kadar herkes bir iş yapıyordu ve hepimiz resmen 10 parçaya bölünmüştük çünkü hâlâ iletişim sorunu yaşıyorduk. Yani ben Afad yetkilisini de polisi de erzak gelen tırları da depremin üçüncü günü ve küçük küçük gruplar halinde gördüm. Bu kadar büyük kayıplarımızın yaşanmasının sebepleri geç kalınmışlık, iletişim ağlarımızın kesilmesi, terkedilmişlikti…

Samandağ Aziz İlyas Kilisesi

Antakya’da çeşitli din ve kültürleri barındıran köklü bir hafıza var. Birçok tarihi yapı zarar görmüş olsa da aslında Antakya halkı o kültürü, ritüelleri ve ibadetleri de devam ettirmeye çalışıyor. Şehrin tarihi ve kültürel hafızasının korunması için neler yapılmalı sence?

Biz Antakyalıların en büyük şansı doğduğumuz kentin çok kültürlü ve kadim bir topluluğa beşiklik etmiş olması ve bu kent yüzyıllardır bu çeşitlilikte iç içe birbirinin değerlerine gelenek ve göreneklerine hep sahip çıkmış, hep korumaya ve yaşatmaya çalışmış. Kiliselerimizin büyük bir çoğunluğu yıkıldı ya da büyük hasarlar aldı. Ziyaretlerimiz, tarihi yapılarımız hep zarar aldı. Hepimizin birçok anısı olan sokaklarımız evlerimiz sosyal alanlarımız yok oldu. Ama oranın insanı öyle güçlü ve kentine sahip çıkan bir yapıya sahip ki yeniden inşa edeceğiz bütün kaybettiklerimizi diyor. Şehrin tarihi ve kültürel hafızasının korunması için ilk önce oranın insanı ile birer birer görüşülmesi gerektiğini düşünüyorum ben, tabii ki zor ve meşakkatli bir iş ama yeniden inşa demografik yapıya sahip çıkarak, o birlik ve bütünlüğü bozmayacak şekilde olmalı. Ama halkın bütün bu kaybettiği tarihi ve kültürü hakkında fikri var. Onların görüşleri, istekleri talepleri dikkate alınarak yeniden inşa mümkün olabilir ancak.

Samandağ ve çevresinde -belki de birçok deprem bölgesinde- insanlar aslında evleri yıkılmış olsa da evinin bahçesine, yanına çadırını kurmak, oralarda kalmak, yaşadığı yeri bırakmamak istiyor. Barınma da bir yandan hâlâ çözülemeyen bir sorun. Bu konuda önerilerin neler?

Evet, Özellikle Samandağ’ında insanlar evlerinin önünü, nesillerdir emek verdikleri bahçelerini, topraklarını terk etmek istemiyor haklı olarak. Ve hep o bahçelere çadırlar kuruldu konteynerler getirildi. Bir şekilde geçici barınma sorunu çözüldü. Çadır çok hızlı ve geçici bir çözümdür fakat bizde çadırın dahi bir ay boyunca ulaşmadığı köyler oldu. Bu yüzden bir sonraki aşamalara geçilemiyor, insanlar çadırlarda yaşamaya alıştırılıyor bütün bu geç kalınmışlıkla. Bizim platform olarak da kendi cemaatimiz için kafayı yorduğumuz bir sorun bu. Çünkü her ilçenin yapısı birbirinden farklı, Antakya’daki cemaatimizin büyük bir çoğunluğu Mersin Kilisesi’nin koruması altında oralarda apart otellere yerleştirildi. İskenderun cemaatinden evleri yıkılanlar için Mar Circus Kilisesi bahçesinde çadırlar kuruldu. Samandağ ve Altınözü’ndeki halkımız bahçelerinde kurdukları çadırlarda yaşıyor. Yani herkes bir yere dağıldı. Kendi cemaatimiz için Altınözü’nde ve Arsuz’da olmak üzere konteyner kent kurma projemiz var. Ve bu konteyner kentlerde de insanların tarım ile uğraşabileceği, sosyalleşebilecekleri alanlar planlıyoruz. Çünkü barınmayı bir başına çözmek ne yazık ki yeterli değil, birçok insanın iş yerleri yıkıldı ve bizim insanımız çalışmaya üretmeye alışmış. Bütün bunlar için uygun koşulları yaratmak gerek.

Bir yandan da Antakya’nın farklı yerlerinde “geri döneceğiz” yazılamaları görüyoruz, gidenler de geri dönmeye ve kentin yeniden inşası için emek etmeye hazır. Antakya’nın yeniden inşasında neler yapılmalı? Veya Antakya’yı eski haline döndürmek mümkün mü?

Evet insanlar geri dönmeye hazır. Ve hatta gidenlerin büyük bir çoğunluğunun yavaş yavaş döndüğünü duyuyorum. Yani eşlerini ve çocuklarını güvenli bir yere yerleştiriyorlar genelde bir süreliğine, çocuklar eğitimlerine devam edebilsin diye ama evin erkeği genelde dönüyor ve ne yapabileceği, nasıl yeniden yıkılan dükkanlarını, evlerini inşa edebilecekleri konusunda kafa yoruyorlar. Öyle büyük bir felaket ki bu hâlâ kendimize gelemedik ve uzunca bir süre gelemeyeceğiz maalesef. Birçok insanın haklı olarak göç etmesine, bir süreliğine bile olsa kenti terk etmek zorunda kalmasına sebep oldu bütün bu geç kalınmışlık… Hâlâ birtakım yerlere çadırların ulaşmadığının haberini alıyorum. Bu insanlar en temel ihtiyaç olan barınma ihtiyacı için günlerdir her mecradan seslerini duyurmaya çalışıyor. Artık çoktan çadırdan bir sonraki aşama olan konteynerlere geçilmesi gerekirken biz hâlâ çadır bekliyoruz.

Ne olursa olsun insanın başına ne gelirse gelsin Antakya halkı zorluklarla mücadele etmeyi bilen, direnen bir halk, memleketini seven ne pahasına olursa olsun terk etmeyeceğini bildiğim insanlardan oluşuyor. Koşullar ne kadar zor olursa olsun bir gün o koşulların iyileşeceğine hatta kendilerinin el ele vererek dayanışarak her şeyin üstesinden geleceğine inanan büyük bir kesim var. “Hâlâ buradayız” diyen insanlarımız için, onların orada kalabilmeleri, göç etmemeleri için, koşullarını en iyi hale getirmek için bir araya gelmeliyiz. Bu çok uzun ve tek başına çıkılamayacak bir yolculuk gibi yani güçlü bir dayanışmayla her şeyin mümkün olabileceğine tanık oldum. Sadece sağlam bir yol haritasına ve emeğe ihtiyaç var.

Sen bir süre Samandağ’da kaldın bu süreçte. Orada kadınların ve çocukların yaşadığı sorunlar ve ihtiyaçlara erişim hakkında neler gözlemledin?

Maalesef çok üzülerek söylüyorum bunu, orada bütün yükü omzunda taşıyan hep kadınlardı. Omuzlarında su taşıyan, odun taşıyan sobayı yakan çocuklarının peşinde koşan onların yemesini içmesini barınmasını düşünen, yemeği yapan, uzun uzun kuyruklara girip eve erzak götürmeye çalışan, eşlerine çocuklarına söyleyemedikleri kişisel ihtiyaçlarını -ped gibi iç çamaşırı gibi- kendi kendine gidermek zorunda kalan hep kadınlardı.

Gönüllü olarak koordinasyon merkezlerimize gelip bizlere yardım etmeye çalışan kadınların bazılarının abileri ya da eşleri tarafından sözlü şiddete maruz kaldıklarına da şahit olduk. Utandığı çekindiği için ped isteyemeyen ya da herhangi bir aracı olmadığı, olsa bile benzin mazot bulamadıkları için günler haftalar sonra birtakım ihtiyaçlar için bulundukları köylerden yürüyerek gelen kadınlar vardı. 9-18 yaş aralığındaki çocukların büyük bir kısmı bizlere gönüllü olarak yardım ediyorlardı. Yani ihtiyaçlara erişimin yükünü en çok kadınlar ve çocuklar yaşadı.

Mesela ilk haftalarda özellikle çadır eksiği öyle çok fazlaydı ki bir çadırda iki üç aile bir arada yaşamak zorunda kalıyordu. Kadınların kendilerini hiç güvende hissetmedikleri toplu çadır kentlere gitme noktasında çok kaygıları sürüyor. Hâlâ bölgede hijyen malzemesi, alt ve üst çamaşırı eksik, özellikle alt ve üst diyorum çünkü ben hiç sutyen geldiğine şahit olmadım mesela. Erkekler için atletler gelirken kadınlar için üst beden iç çamaşırı hiç yoktu. Ped, doğum kontrol hapları gelmedi, bunlar önemli çünkü bu şartlarda dahi kadınlar zorla cinsel ilişkilere maruz kalıyor.

Aslında Hatay genelinde birçok kadın kooperatifi üretime başladı ya da başlamaya çalışıyor. Bazı yerlerde işletmelerin de yavaş yavaş üretime geçtiğini görebiliyoruz. Sence deprem bölgesi dışındaki yerler buralarla nasıl bir dayanışma kurabilir?

Sosyal medyada “Buradayız Hatay” gibi isimlerle hesaplar oluşturuldu. Orada zor şartlarda da olsa faaliyete geçen esnafın numaraları bu hesaplar üzerinden paylaşılıyor. Buralardaki üretimi desteklemek için alışverişler mümkün olduğunca buralardan yapılabilir diye düşünüyorum. Bunun dışında bu tip çağrıları Nehna hesapları üzerinden de duyurmaya gayret ediyoruz, takip edilebilir. Son olarak Arsuz Kadınları geçtiğimiz haftalarda Arsuz’daki yerel üreticinin ürünlerini İstanbul’da bir kermese taşıdı. Nehna olarak biz de mayıs ayında böyle bir kermes düzenlemeye hazırlanıyoruz. Bu kermeslere gidilip destek olunabilir.

Nehna’nın düzenlediği İstos’taki anma.

Depremin 40. gününde hem Samandağlı Kadınların Samandağ’da “Hüznümüz İsyanımız Olur” eylemi oldu, hem de siz Nehna olarak İstos’ta bir anma yaptınız. Eylemde yoktun ama gördüklerinden hem eyleme hem de İstos’taki anmaya dair neler söylemek istersin?

Evet Samandağ Dayanışma Evi tarafından organize edilen Samandağlı kadınların eylemi oldukça etkileyiciydi. Ben Nehna’nın İstanbul’da düzenlediği anmada olduğum için orada değildim ama sosyal medyada oldukça ses getirdi. İstanbul’da İstos ofiste gerçekleştirdiğimiz anmaya da düşündüğümüzün de üzerinde bir katılım oldu. Bu fikri ekibimizden Emre Can ortaya attı, iyi ki de yapmışız. Öncesinde tüm bu koşturmacadan durup da acımızı yaşayamadık, deprem bölgesinde ağlayamayan birçok insan biliyorum. Herkes ağlamaktan utanır halde, acı öyle büyük ki, bir yaşam savaşı var. Ama 40’ıncı gün birçok kültürde yeri olan, ruhun bu diyarı terk ettiğine inanılan sembolik bir gün. Hem bu anmayı yapmak hem de deprem bölgesinden gelen depremzedelerle geniş toplumu buluşturmak için önemliydi bu etkinlik bizim açımızdan. İnsanlar biraz olsun anlatabildi, ağlayabildi, daha da önemlisi yalnız olmadıklarını hissedebildiler. Bize “keşke bu etkinliği bir-iki ayda bir yapsanız” diyen çok insan oldu. Anmada Antakyalı Ortodoksların bu tip anmalarda olmazsa olmazı olan slika ve Antakya kahvemiz dağıtıldı ama her gelen kendi kültürüne dair bir şeyler getirdi anmaya.

Şu an için sabit bir yeriniz veya yerleriniz var mı? Dışarıdan sizin faaliyetlerinize katılmak mümkün mü? Size destek olmak isteyenler neler yapabilir?

Nehna henüz bir STK değil. Bu süreç öncesi dernekleşmeyi konuşuyorduk ama deprem felaketi sürecinde koşturmacadan buna sıra gelmedi açıkçası. O nedenle sabit bir yerimiz yok, ama sanıyorum önümüzdeki bir sene içerisinde biz de  dernekleşme yoluna gireceğiz. Şimdilik yardım isteklerini doğru yerlere kanalize etmeye çabalıyoruz. Faaliyetlerimizi de tüm şeffaflığıyla sosyal medya üzerinden duyuruyoruz. Antakya ve çevresinin hafızasını korumaya dair birkaç proje umuyorum ki yakında hayata geçecek. Elbet herkesin yapabileceği, katkı sağlayabileceği konular olacak. Destek sağlamak isteyenlerin bizi şu an için sosyal medya hesaplarımız üzerinden takip etmelerini, oradaki çağrılarımızı takip etmelerini önerebilirim.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.