İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin ayrılışı ani olsa da beklenmedik değildi. Sözleşmeden çekilme kararından sonra ise devlet erkanı tarafından da LGBTİ+lara yönelik nefret söyleminin sık sık gündeme geldiğini gördük ve görmeye devam ediyoruz. Uzun süredir faaliyet gösteren bir LGBTİ+ örgütü olarak süregiden tartışmaların alanda etkisini nasıl gözlemlediniz?

Hepimiz takip ettik, İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin çıkma kararı bir gecede alındı. Yine de bu durum şaşırtıcı değildi, bunun sinyalleri veriliyordu zaten. İstanbul Sözleşmesi uzun süredir hedef haline getirilmişti. Sözleşmeden çıkış sebebi olarak LGBTİ+lar gösterildi, eşcinselliği normalleştirmek için sözleşme manipüle ediliyor diye açıklama yaptı Cumhurbaşkanlığı. Ancak bu yeni bir şey değildi. Sözleşmenin hedef gösterilmesi zaten LGBTİ+ karşıtlığına da dayanıyordu. Türk aile yapısına uymama, toplumsal ahlaki değerlerin karşısında olması sözleşmeden geri çekilmek için hep dayanak olarak sunuldu. Medyada da hedef göstermeler buradan ilerliyordu. Öncesinde de LGBTİ+lar hedef gösterildiği için Cumhurbaşkanlığının böyle bir açıklama yapması da beklenmedik değildi.

Bu durumun alanda çift taraflı bir etkisi var diye düşünüyorum. İlk olarak hedef gösteren kesim daha da cesaret almaya başladı. Üst düzey devlet yetkileri, bakanlar, şu anki siyasi iktidar tarafından açıkça LGBTİ+lar hedef gösterilip açıkça bu kişiler bizim toplumsal değerlerimize, ahlak anlayışımıza uymuyor denildi. Ki hedef gösterilen grup toplumun bir parçası. Bu söylemler hedef gösteren grubu daha da cesaretlendirdi. Mesela medyaya baktığımızda, LGBTİ+ların beden bütünlüklerine, yaşam haklarına yönelen daha cüretkar nefret söylemleri üretmeye başladı. Aynı şekilde LGBTİ+lara yönelen fiziksel saldırıların da arttığını gözlemliyoruz. Bütün bu söylemlerin alandaki karşılığı devlet olarak önleme ve koruma konusunda bir şey yapmayacağız, bu şiddete karşı yaptırım uygulamayacağız oluyor. Diğer taraftan LGBTİ+ların daha fazla hedef haline gelmesi, korunmayacaklarını düşündükleri için daha da sessizleşmelerine neden oluyor. Çünkü kimliğinize yönelen bir şiddete maruz kaldığınızda başvurup koruma isteyeceğiniz kişiler tarafından hedef gösteriliyorsunuz. Hem LGBTİ+lar şiddete açık hale getiriliyor hem de LGBTİ+lar için, şiddet karşısında sessiz kalma ya da göze batmama, düşük profilde kalma, kamusal alanda var olmamayı da beraberinde getiriyor. Alanda bunları çok fazla gözlemliyoruz.

Değinmek istediğim bir diğer konu da ayrımcılık temellerinin kesişimlerinde yer alan grupların daha da görünmez hale gelmeleri. Katmanlı ayrımcılık ya da nefretin hedefinde olma riski, daha da korunmasız hale getiriyor kişileri. Bu durum öznelerin kendini ifade edememesini de beraberinde getiriyor. İhlalleri daha yoğun yaşıyorlar mesela LGBTİ+ mülteciler.

İstanbul Sözleşmesi doğrudan LGBTİ+ haklarına dair maddeler içermiyor, fakat sözleşmede açıkça kimseye cinsel yönelim ve kimliği dolayısıyla bu sözleşmeden faydalanırken ayrımcılık yapılamayacağına dair bir madde var. Sözleşmeden çekilme tartışılmasının LGBTİ+ düşmanlığı ile ifade edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben doğrudan LGBTİ+ haklarına dair maddeler içermiyor diye düşünmüyorum. Ayrıca sözleşmenin eşcinselliği özendirip özendirmediği tartışmasının da yersiz olduğunu ve odağı kaydırmak için kullanıldığını düşünüyorum. Açıkça söyleyelim sözleşme LGBTİ+ların da şiddetten korunması için düzenlemeler içeriyor.

Sözleşmeyi bir bütün olarak değerlendirmek gerekiyor. Bir kere İstanbul Sözleşmesi toplumsal cinsiyete dayalı şiddetle mücadeleye ilişkin bir sözleşme. Sözleşme, toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin ne olduğunu tanımlıyor ve bunun kamusal alan, özel alan, tüm pratiğimizin tamamına yayılan bir şiddet olduğunu söylüyor. Aynı şekilde bu şiddetin münferit/kişisel değil politik olduğunu ve buna karşı mücadelenin de bütüncül olması gerektiğini söylüyor. Ne demek bu? Sözleşmede önleme politikaları, şiddete maruz bırakılan kişiyi koruma ve güçlendirme mekanizmaları, şiddet uygulayanlara yönelik yaptırım mekanizmalarına ilişkin düzenlemeler yer alıyor ve sözleşme taraf devletlerin yapmama/negatif yükümlülüğü ile biraz önce bahsettiğim düzenlemelere ilişkin pozitif yükümlülüklerini ayrıntılı olarak düzenliyor. Taraf devletler bu yükümlülüklerini yerine getirirken cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine dayalı ayrımcılık yapmayacağını taahhüt ediyor. Ayrımcılığı yasaklayan madde sözleşmenin tamamı için geçerli. Maddede sayılanlar sınırlı sayıda değil, her türlü ayrımcılığı yasaklıyor ama LGBTİ+ları korumak için cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği açıkça ifade ediliyor. Aynı şekilde göçmen ve mültecilik, engellilik gibi pratikte çok fazla karşılaştığımız ayrımcılık temellerini açıkça ifade ediyor.

Tekrar etmek gerekirse sözleşme, bu sözleşme hükümlerini uygularken, bu bütüncül mücadelede LGBTİ+ları dışarıda bırakamazsın, toplumsal cinsiyete dayalı şiddete maruz bırakılan hiçbir grubu ayıramazsın diyor.

Lgbti+ları hedef göstererek sözleşmeden çıkmayı meşru bir zemine çekmeye çalışıyorlar kendilerince ama bunun da hiçbir meşruiyeti yok. Bu hedef gösterme ve düşmanlaştırma yeni bir şey değil, “kadına şiddete biz karşıyız ama LGBTİ+lar bizim aile yapımıza ve ahlaki değerlerimize uymuyor vs.” şeklinde söylemler duyuyoruz. Çok net bir şekilde kadına şiddete karşıyız deyip kadına şiddeti meşrulaştırmak için bir sürü gerekçenin öne sürüldüğünü de gördük. Şu şu şu durumlar olmadığı zaman kadına şiddet meşru değildir dediklerini de gördük. En çok tutacağını düşündükleri şey LGBTİ+ düşmanlığı ama bunun toplumdaki karşılığını da tartışmak gerekiyor.

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin sonuçlarını uygulamada nasıl göreceğiz? Kadın ve LGBTİ+lara yönelik şiddetten uzaklaşma mücadelelerini nasıl etkileyecek sizce?

Haklar için her zaman mücadele edildi. Hak mücadelesinde hepimiz biliriz ki ayrıcalık sahibi hiçbir zaman kendi isteğiyle ayrıcalıklarından vazgeçmez. Bu kazanımlar LGBTİ+ların, kadınların, feministlerin mücadeleleri sonucunda oldu. İstanbul Sözleşmesi de mücadele sonucunda oldu, kimsenin kimseye bir şey bahşettiği yok. Mücadele tabii ki devam edecek çünkü hedef gösterilen bizim özgürlüklerimiz, bizim beden bütünlüğümüz, bizim yaşam hakkımız. Hayatta kalanlarız biz.

Mücadele devam edecek evet ama uygulamaya baktığımızda tabii ki zorluklarla karşılaşacağız. Şimdi bir soruna karşı mücadeleye başlayabilmek için öncelikle yapılması gereken o sorunun varlığını kabul etmektir. “İstanbul Sözleşmesi şiddeti bitirdi mi, şiddet oranlarının arttığını söylüyorsunuz o zaman sözleşme yürürlükteydi” gibi çok fazla şey söylendi. Zaten sözleşmeye taraf olmakla ve sözleşmenin yürürlüğe girmesiyle birden şiddetin bitmeyeceğini sözleşme metni de söylüyor. Biraz önce de belirttiğim gibi sözleşme toplumsal cinsiyete dayalı şiddetle bütüncül mücadeleyi vurguluyor, bir süreçten bahsediyor. Bu nedenle sözleşme hükümlerinin taraf devletler tarafından uygulanıp uygulanmadığı, nasıl uygulandığı da izleniyor. Sözleşme gereği gibi uygulansa bile çözüm zaman alacak.

Türkiye İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olmakla “ben toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin varlığını, bunun bir politik sorun olduğunu ve bununla bütüncül olarak mücadele edilmesi gerektiğini kabul ediyorum” dedi. Bu konuda devletin yükümlülüklerini yerine getireceğini taahhüt etti. Yani ilk adım atılmış oldu. Bundan sonrası pratikteki mücadele idi. Sözleşmede taahhüt ettiklerini nasıl yerine getireceği idi. Şimdi bundan geriye düştük. Artık öyle bir sorun yok, bütüncül mücadele yok, ben hiçbir şey taahhüt etmiyorum diyor. Mücadeleyi sonlandırmayacak kesinlikle ama geriden devam ediyoruz.

LGBTİ+ olmanın bu kadar düşmanlaştırıldığı bir politik ortamda varlığımız direniş. Ya da feminist olmanın, toplumsal cinsiyet demenin bu kadar düşmanlaştırıldığı bir politik ortamda varlığımız direniş.

Sözleşmeden çekilmek için kampanya yürüten gruplar, kararın hemen ardından 6284 sayılı Kanun, CEDAW ve Lanzarote gibi sözleşmelere karşı kampanyalarına devam etmeye başladılar. Öte yandan, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme sebebi olarak Cumhurbaşkanlığı, “eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesimi” gösterdi. Bu açıklamalar ve kampanyalar nasıl geri gidişlere neden olacak?

Devamı gelecek gibi bir tedirginlik pek tabii var. Biz bütüncül mücadelenin gerekliliğinden bahsederken hayır bu şiddet böyle bir şey değil ben kendi tanımımı yapacağım diyen bir siyasi iktidar varken, kazanılmış haklara saldırıların devam edeceğini düşünüyoruz.

Evet önümüzdeki süreçte bizi neler beklediği tedirgin edici. Çünkü halihazırda kazanılmış bir şey, uygulamada yaşanan zorluklarla mücadele değil hukuki olarak bir geri gitmeden bahsediyoruz. Yani uygulamaya bu yaptığınızın meşruiyeti yok diyebilirken şu anda bunu diyebildiğimiz önemli araçlardan birini kaybettik.

Birçok farklı grubu olumsuz etkileyecek bu sözleşmeden geri çekilmek. Kadınlar, çocuklar, LGBTİ+lar, göçmenler, mülteciler, engelliler. Katmanlı ayrımcılığa maruz kalan grupları özellikle çok daha fazla olumsuz etkileyecek. Buna karşı bizim birlikte ayrışmadan, ama’ları bırakıp mücadele etmemiz gerekiyor.

Konuşmanın başında, hak ihlallerini en fazla deneyimleyenler arasında LGBTİ+ mültecilerden de bahsettin. İstanbul Sözleşmesi’nde aslında mülteci/göçmen kadın ve LGBTİ+ları da yakından etkileyen maddeler mevcut. Sözleşmeden çekilmek bu alanı nasıl etkileyecek? 

Çok gündeme gelmeyen ama benim dikkat çekmek istediğim hususlardan biri de bu. Sözleşmede VII. Bölümde Göç ve İltica başlığı var. Bu başlık altında oturma izni, sığınma başvuruları ve geri göndermeme ilkesi düzenlenmiştir. İlk olarak ev içi şiddette, şiddete maruz bırakılana oturma izni verilmesi düzenlenmiştir. Bu düzenleme Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda (YUKK) da var aynı şekilde.

İkinci olarak toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin sığınma başvurularında zulüm olarak değerlendirilmesi ve iç hukukta gerekli düzenlemelerin yapılmasına, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet nedeniyle sığınma başvurusunda bulunan kişilerin taraf devletin sığınma sistemine erişimine ilişkin düzenleme yer almaktadır.

Şimdi buradan yola çıkarsak sığınma başvurularında hem mülakatlarda hem de statü değerlendirmelerinde taraf devletler toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti zulüm olarak değerlendirecek ve iç hukukta gerekli düzenlemeleri yapacak. Çünkü Türkiye’de 1951 Sözleşmesinde sayılan beş kriterin (ırk, din, tabiiyet, belirli bir sosyal gruba mensubiyet, siyasi düşünce) nasıl değerlendirildiğine ilişkin yazılı bir düzenleme yok. Uygulamada bir yeknesaklık da yok. Statü değerlendirmeyi ele aldığımızda İstanbul Sözleşmesi cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli sığınma başvurularında gerçekten güçlü bir dayanak. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmanın bu alanlara nasıl yansıyacağı da tedirgin ediyor.

Son olarak sözleşmede statü ve ikamet durumuna bakılmaksızın kadına yönelik şiddet mağdurlarının, hayatlarının risk altında olabileceği veya işkenceye veya insanlık dışı muameleye veya cezalandırılmaya maruz kalabilecekleri hiçbir ülkeye hiçbir durum altında geri gönderilmeyecekleri düzenlenmiştir.

İstanbul Sözleşmesi toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin politik olduğunu, hayatın her alanına yayıldığını, bununla bütüncül mücadele gerektiğini söylüyor ve farklı alanlara atıf yapıyordu. Göç ve iltica da bu alanlardan biriydi.

Kaos GL uzun yıllardır ayrımcılığa, homofobi/transfobiye karşı mücadele eden bir LGBTİ+ örgütü. Tüm bu yıllar içerisinde Türkiye’de ayrımcılıkla mücadelede atılan adımlar ve geriye gidişleri düşündüğünüzde bu kararı farklı görüyor musunuz? Ve siz bundan sonra mücadele hattınızı nasıl kurmayı planlıyorsunuz? Kadın ve LGBTİ+lara çağrınız var mı?

Aslında sonucunun bu olacağı tahmin etmediğimiz bir şey değildi. Yani bu çekilme kararını farklı ve çok daha cüretkar buluyorum. Çünkü birçok farklı düzenlemeyi bünyesinde barındıran bir sözleşme ve aslında bu çekilme kararı ya da sözleşme etrafında dönen tartışmalar sadece Türkiye’yi etkileyen bir durum da değil. İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin saldırılar, sadece Türkiye’de olmuyordu, birçok farklı ülkede de oluyordu. Bunları da takip ediyorduk. O yüzden çok cüretkar bir adım. Hedef göstermenin dışında bir şey. Bir yandan da çok ciddi bir tepki de var burada, belki biraz bu sokağa ve ciddi tepkilere odaklanmak gerekiyor. Evet, hedefte olan bizim özgürlüklerimiz, bizim beden bütünlüğümüz, bizim yaşam hakkımız. Buna odaklanmak gerekiyor.

Bir de mesela İstanbul Sözleşmesi’nde o farklı hedef göstermeleri ya da sözleşmeye nereden karşı çıkıldığına da bir bakmak gerekiyor diye düşünüyorum. Mesela Macaristan’da da LBGTİ+ meselesi çok gündem oluyordu ama Macaristan’da benim takip ettiğim kadarıyla LGBTİ+’dan çok biraz daha göç ve iltica meselesi, mülteciler yani “her geleni alacak mıyız şimdi buna göre” diye bir kampanya da yürütülüyordu aslında. O iç içe geçmeyi; homofobik, transfobik, cinsiyetçi, kadın düşmanı, bifobik, ırkçı, yabancı düşmanı göçmen karşıtı birçok siyasetin de iç içe geçtiğini görüyorduk. Türkiye’de daha çok LGBTİ+ ve kadın düşmanlığı üzerinden ilerledi. Ama çok farklı gerekçeler de vardı diğer ülkelere baktığımızda. Buraya geleceği belliydi, çünkü çok ciddi bir karalama nefret kampanyası vardı LGBTİ+lara dönük. Fakat bunun toplumsal karşılığının ne kadar olduğu da tartışmalı. Evet, bu karşılık büyüyor belki de daha cüretkar oldukları için daha açıktan daha cesaretle söylenebiliyor ama toplum dediğimiz şey homojen değil. Toplumun tamamının ahlakı diye bir şey yok. Yani bir ahlak anlayışının toplumun ne kadarında, hangi grubunda ne kadar karşılığı var onu konuşmak gerekiyor. O yüzden Türkiye toplumunun tek bir ahlak anlayışı yok. O yüzden ahlaka hiç referans vermemek gerekiyor. Tek bir Türk aile yapısı yok. Farklı grupların, farklı değerleri var ama bizim ortaklaştığımız nokta toplumsal cinsiyete dayalı şiddet uygulayamazsın. Şiddet, hayatın her alanındadır, bununla bütüncül mücadele etmek gerekir, bizim ortaklaştığımız nokta bu. Referans gösterdikleri bütün noktalarda, toplumsal karşılığı tartışmalı. Çünkü toplum dediğimiz şey homojen değil, LGBTİ+lar da bu toplumun bir parçası. Senin olmasını istediğin evin içerisinde sadece senin ve erkeklerin uygun gördüğü kadar hakkına tamam demeyen kadınlar bu toplumun bir parçası, bu toplumu biz oluşturuyoruz. O yüzden evet daha cüretkar ama bu aşamaya yavaş yavaş geliniyordu. Çok uzun zamandır yapılıyordu ama mücadele devam edecek ve ayrıştırılamayacak bence, feminist mücadele, LGBTİ+lar. Biz hayatta kaldık, kalmaya devam edeceğiz. Vardık, varız, var olacağız. Buradayız yani! Evet, varlığımızın kendisi direniş.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.