Başkasının hikâyesini dinlemek, bilmek kendimizle de yüzleşmek demektir. Hikâyelerimizin oldukça biriktiği zamanlardan geçiyoruz.
“Hayatınızın iyi yaşanması gerektiğini yoksa yaşamaya değer olmadığını fark edersiniz. Bu felaketler sırasında gerçekleşen oldukça yoğun bir dönüşüm.” Rebeca Solnit’in 2008 yılında Nikaragualı şair ve Sandinista devrimcisi Gioconda Belli ile A Paradise Built in Hell adlı felaketler hakkındaki kitabı için yaptığı söyleşide geçer bu cümleler.
Hikâyelerin/hikâyelerimizin, bu hikâyeleri paylaşmanın biz kadınlar için ne kadar önemli olduğunu nicedir biliyoruz. Başta, kendimize, hayata tutunmak, ayakta kalmak için hikâyeler anlatırız. Sonraysa birbirimizle dayanışmak, şifalanmak, derdimize derman olmak için. Her birimizin hikâyesinin aslında diğerinden farklı olmadığını bilmek bizi rahatlatır. Hayatı yaşamaya değer kılar, umudumuzu tazeler.
Başkasının hikâyesini dinlemek, bilmek, kendimizle de yüzleşmek demektir. Hikâyelerimizin oldukça biriktiği zamanlardan geçiyoruz. Kimi kadınlar için hikâyelerinin dört duvara hapsedildiği, onlara ulaşmakta, seslerini duymakta zorlandığımız, evlerin kapılarının sımsıkı üzerlerine kapandığı, her şeye yetişmekten gittikçe nefeslerinin daraldığı; çalışmak zorunda olanların işe giderken hastalanma, eve dönerken de sevdiklerine virüs bulaştırarak zarar verme endişesinin ağırlaşarak üzerlerine abandığı günler.
Yakın çevremize, eşimize, dostumuza fiziksel mesafeyi koruyarak, olabildiği ölçüde telefon ya da görüntülü görüşmeyle de olsa hâl hatır soruyoruz. Dokunarak değil konuşarak birbirimizi teselli etmeye, “bu da geçer” diyerek avutmaya çalışıyoruz. Telefonda görüştüğüm dostlarımdan birisi sağlık emekçisi, (…) hastanesi kadın doğum servisi acilinde hemşire olarak çalışan Ayşe’ydi. Bugünlerde hastanede yoğun çalıştığı için ve eve virüs taşıyabilirim kaygısıyla çocuğunu annesine bırakmak zorunda kalmış. Konuşmamızda, doğum için gelen kadınların endişesinden, tedirginliklerinden söz etti. Kaçınılmaz olarak başka türlüsünü hiç bilmediklerinden gebe kadınları rahatlatmak için sarılmak, dokunmak durumunda kaldıklarından. “Başka çaremiz yok. Bebeklerinin virüs kapacağı endişesiyle kadınlar o kadar gergin ve korkuyorlar ki, onları rahatlatmak için ister istemez sarılıyoruz; koruyucu kıyafetlerimizle de olsa birilerinin onlara dokunması iyi geliyor, yatıştırıyor.”
Koronavirüs enfeksiyonu nedeniyle yengesini kaybeden, cenaze törenini mezarlığa alınmadıkları için uzaktan taksiden izlemek zorunda kalan, yasını doğru düzgün tutamayan, yakınlarına sarılamayan Sara Hanım’ın sesi ise çok kederli geliyordu telefonun diğer ucundan. “Çok zor, çok acı; kaybettiğimize mi üzülelim, bu şekilde kaybettiğimize mi bilemiyorum.”
Çocukluğundan beri başta tekstil atölyeleri olmak üzere aralıksız çalışan, kadın işçilerin hak mücadelesi deyince hiç taviz vermeyen, sözünü esirgemeyen, işyerine sendikanın gelmesi için her girdiği işyerinde mücadele eden Sema da bu günlerde işsiz. Geleceği ise kestirmesi zor. Zorunlu olarak ailesinin yanına dönmüş. “Burada üzerimde çok baskı var. Hiç söz hakkım yok. Psikolojik şiddet uyguluyorlar bana. Bir an önce başka bir eve çıkmam gerek ama nasıl?”
Üniversite okumak için ailesinin yanından ayrılıp büyükşehre gelen, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, zor da olsa arkadaşıyla ortak ev tutarak ya da yurtta kalarak kendilerine bir alan yaratmaya çalışan genç kadın öğrenciler de pandemi nedeniyle ailelerinin yanına dönmek zorunda kaldılar. Bunlardan birisi de Zehra. “Çok bunaldım hocam. Sürekli gözler üzerimde. Tam buradaki kabuğumu kırıyorum derken yine aynı cenderenin içine sıkıştım. Tekrar okula dönebilecek miyim? Okulu bitirsem iş bulabilecek miyim? Hiçbir şey belli değil. Çok çaresiz hissediyorum kendimi.”
Vazgeçmemek; sanırım kilit kelime bu. Her şeye rağmen birbirimize ve kendimize sık sık vazgeçmemiz gerektiğini hatırlatmak. Tıpkı Ayşe’nin her şeye rağmen işini en iyi yapmaktan, sarılmaktan vazgeçmemesi, doğum yapan kadına verdiği bir anlık güç, dokunmaya çalışması, hafızanın nasıl da umut ürettiğini, umuttan vazgeçmemek gerektiğini hatırlamak gibi. Tıpkı Rebeca Solnit’in dediği gibi (Karanlıktaki Umut, çev.: Şeyda Öztürk, Siren Yayınları, 2019) “Umut, vazgeçmek zorunda olmadığımız bir kabiliyet, gözden çıkarmamız gerekmeyen bir güçtür… Yapıp ettiklerimizin nasıl ve ne zaman önem kazanacağını, kimi ve neyi etkileyeceğini önceden bilemesek de yapıp ettiklerimizin önem taşıdığı inancıdır umut.”