Tutamayıp tutunamayanlar, tutunup koparanların ülkesi.
Evvel zaman içinde okuyucu mektubu diye bir müessese varmış. Ben de bir dinleyici mektubu yazmak istedim. Böyle bir müessesenin var olup olmadığına dair bir bilgim yok. Lakin söyleşinin düşündürttükleri üzerine düşünmek istedim burada. Hayal alemimde podcast denen şeyi bir otonom radyosu gibi düşlemeye meyilliyim. “Radyo Alice” için denildiği gibi “bir yaşam biçimi seçiyorum ve onunla ilişkili bilgiyi yayıyorum”un bir tür hali gibi. Haliyle bu ortamda isteyen herkes yayına dahil olamıyor, oturduğun yerden ya da evin içinde mutfakla banyo arasındaki o kısa ve yorucu mesafeyi kat ederken dinliyorsun yayını, frekans da tanımlı ama kendini mekânda, söyleşenleri dinler gibi hayal etmenin kendine göre sınırlı da olsa bir keyfi yok değil. Sonuçta “ay keşke orada olsam” dedirtiyor. Burada kitaplarının bazılarına aşina olduğum bir yazarla yapılmış bir söyleşiyi dinledikten sonra, “ay işte bu” diyerek kulağımda kulaklıkla oturduğum sandalyeden ayağa fırlarken hissettiğim heyecanı biraz olsun paylaşmak istiyorum.
Mevzu bahis olan söyleşi Nermin Yıldırım’la Feminist Mekan’da yapılan söyleşi. Ben bu yazıya, kendi oturduğum koltukta başlıyorum. Netleştirmem gerekirse içinde bulunabileceği bir ev olan ve vaktinin neredeyse tamamını o evin içinde geçiren birinin konumundan. Ben genelde evde geçiriyorum vaktimin çoğunu. Bugün ise farklı olan, aile evinde olmam. Durum böyle olunca, söyleşi ta başından beni içine çekti çünkü mevzu bahis edilen aile evlerinin, çocukluk travmalarının mekanlarının edebiyatta Nermin Yıldırım tarafından nasıl sorunsallaştırıldığıydı. Şu anda içinde bulunduğum ev çocukluğumun sokağındaki çocukluğumun geçtiği evin yerine dikilmiş bir ev. Eğitim için aileden uzaklaştığım, uzaklarda kaçtığımı düşündüğümde aileye yakalandığım, yakalandığım yerde yitirdiğim, yitirdiğim yerde ailemin beni geri getirdiği bir ev. Sanırım kaçmadan feminizmle o veya bu şekilde iştigal eden biri aile evine, çocukluğunun evine eskisi gibi bakmıyor, bakamıyor, biraz yabancılaşıyor, ev bakmakta ısrar etse de. Sanırım benim durumum biraz daha farklı: iştigal etmeden kaçıp yakalanıp sonra iştigal etmek. Bu ev meselesi de böyle olunca gerçekten tuhaf bir durum teşkil ediyor benim için. Hani taşınmış olsam, göçsem falan “çocukluğumun evi”, “eski mahallem” üzerinden az biraz da nostaljik tınılı fikirlere düşebilirdim ama ben aynı sokakta, aynı noktadayım. Ama ev farklı. Taşınmadan taşınmış gibiyim. Yabancısı hissettiğim şeyin koordinatlarında tam olarak yabancı bir evde tuhaf bir misafirlik hali. Söyleşide bahsedilen romanlardan biri de Misafir. Ben henüz okumadım. Bu romanda deliliği travmayla bağlantılı olarak mesele etmiş Nermin Yıldırım, hastalar misafirlermiş. Bir ev, bir misafirhane, bir ülke; travmalarıyla yüzleşmektense, unutmayı tercih eden ailelerin ülkesi bir nevi tımarhane sanki, herkesin misafir olduğu ama bunu da unuttuğu. Tımarhaneyi mülk edinmek de ilginç bir halet-i ruhiye. Neyse, devam edeyim ben. Burası karmaşık. Nermin Yıldırım gerek bireysel gerek toplumsal travmalara karşı takınılan “tadımız kaçmasın Ali Rıza Bey” refleksinden bahsediyor bir noktada ve diyor ki “orada çok derin bir yara var ve bunlar iyileştirilebilecek yaralar değil.” Yani, iyileştirilemeyecek yaraları bilen bilir, zaten belki de talebi iyileştirilmek değildir çünkü iyileştireceğini söyleyenlerin nasıl da kötüleştirdiğini, nasıl da kötüleştiğini bilir. Belki de iyileşmekten anladığı farklıdır. Belki de bir özür talep etmiyordur yaralandığı için, yaralayanın yaraladığını görmesini, bunun sorumluluğunu almasını talep ediyordur. Başka türlü yaralayanla yaralamadan nasıl ilişkilenebilirim ki diye düşünüyordur. Tekrar aynı döngüyü üretmeden. Ya da başkaları da yaralanmasın istiyordur çünkü o başkaları biraz da odur. Hem tüm bu yara fetişizmi de nedir, belki de kimileri çoktan iyileşmiştir, iyileşmenin yordamını bulmuştur ve bunun bilgisini paylaşmanın bir yolunu arıyordur, bunun dilini kurmaya çabalıyordur, bilgiyi muştulamak istiyordur. İyileştirilmesi gereken olarak tanımlananın iyileştirmek için bir talebidir söz konusu olan, görenler, dinleyenler, dokunanlara yöneltilmiş bir talep olabilir bu. Çünkü travmayı, yarayı gören, bilen, hisseden, ona dokunan, koklayan, duyan Nermin Yıldırım’ın da dediği gibi travma denilen şeyin “kişiyi bir dairenin içine aldığı ve o zamandan elli sene sonraya da gitse dahi onu hatırlatan vücudunda o tepkileri ve reaksiyonları ortaya çıkaran herhangi bir şey, bir koku, bir ses, ufacık bir işaretin kendisini tam da tam da oraya taşıdığını” bilir. Tam da o anda, orada, içine çöken bir şey varsa tam da onu hisseder.” Daireler, apartman daireleri. Ve gerçekten de bir şey insanın içine çöker, çökerken içinden kopar gider. Aniden, tutulamaz. Tutamayıp tutunamayanlar, tutunup koparanların ülkesi. Travmayla yüzleşmeme, travmayı yaşayanın üzerine çullanıp, onu sessizleştirip, unuturken, tüm bu olandan onu sorumlu tutma hali. Ki bu bazı durumlarda koruyamayanı bir tür sonsuz yas sürecine de fırlatıp atabilir. Orası karanlık. Ama mesele belki de Nermin Yıldırım’ın da dediği gibi keder, öfke, isyan ve ben ekliyorum yasın nasıl anlatılacağı, şiddetin pornografisini yapmadan, korkunç bir şeyi yeniden üretmeden, nasıl ifade edileceğidir. Ve der ki Nermin Yıldırım: “yara meselesi de bir tür iyileşme değil belki ama yaraya bakmak, görmek, ne olduğuna dair bir bilinç geliştirmek” meselesidir. Bu mesele bağlamında birkaç kez vurguladığı bir kelime var: sorumluluk. Bir insan olarak sorumluluk, bir kadın olarak sorumluluk, bir yazar olarak sorumluluk. Nermin Yıldırım kendisi için sorumluluğun kişisel bir yerden yazarak anlama çabasına bağlandığını ve umutla gelen, umut üreten bir şey olduğunu ifade ediyor. Onun ifadesiyle bitirecek olursam: “Her şeyden vazgeçebilirim, ama umut duygusu benim için belirleyici – mizahi direniş ve umut duygusu – acıklı mevzunun içine gömülmek yerine onu bir tür sıçrama tahtası olarak kullanmak.”