Sanat hâlâ naif ruhlu, cool, “nerd” ıssız adamların oturduğu bir kahvehane gibi geliyor bana. İçerde muhteşem sanatçıların yanı sıra gerçekten boktan işlerle ve inanılmaz özgüvenlerle geniş geniş oturan adamlar da var.

Dora Maar, Untitled, 1935

Linda Nochlin “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” sorusunu elli yıl önce sordu. Sanatçılığın ve dahiliğin erkeğe içkin olduğu düşünülen bir kültür bu durumun sebebiydi.  Kadınların eğer üst tabaka bir aileye mensup değillerse sanat alanının dışında kalmaları, nü modelden çalışamadıkları için insan anatomisi konusunda uzmanlaşamadıkları bir gerçekken, örneğin Rosa Bonheur gibi döneminin en büyük hayvan ressamı değillerse adlarının duyulması da erkek meslektaşlarına oranla çok daha az mümkündü. Kısaca kadın sanatçı olmak, eril sanat sahasında bir varlık mücadelesi demekti. Peki kadın sanatçıların bu mücadelesi sahiden -di’li geçmiş zamanda mı kaldı?

Kadın sanatçılar kendilerini, üzerlerine yapışmış birilerinin ilham perisi olma rolünün dışında, belirgin olarak sürrealist çerçevede birer özne olarak ifade etmeye başladı. 1970’lerde süreklilik kazanan feminist sanat ile bu durum artık feminist mücadelenin bir parçası haline geldi. Kadın sanatçılar daha da asileştiler, kendilerini ve bedenlerini sanatlarına kusmaya başladılar. Elbette bu dilin oluşması da oldukça sancılı oldu. Judy Chicago’nun The Dinner Party‘si (1979) “zevksiz ve aşağı sanat” oldu, Carolee Schneemann kendi bedeniyle çıplaklığı kadına iade ederken sanat çevrelerince “vücut güzeli” olarak yaftalandı. Aradan onca zaman geçti. Kavramlar ve perspektifler çoğaldı, feminist bakış genişledi. Şimdi ise feminist sanatın görünürlüğü, queer ve kesişimsel bağlamlarda var olmaya devam ediyor. Yeni nesil sanatçılar genellikle kolektif çalışıyorlar. Her daim Guerilla Girls gibi sarsıcı sonuçlar ortaya çıkmasa, kimi zaman egolar savaşsa da, insanların orada bulunma motivasyonlarının daha güvenli ve güçlü hissetmek, fikirlerini daha çok insana ulaştırmak ve ortak bir mücadele alanı yaratmak olduğu aşikar. Bu alanlar hepimiz için, gitsek de gitmesek de birer yuva gibi.

Öte yandan topluluğu olmayan, politik söylemiyle öne çıkan çalışmalar yapmayan kadın sanatçılar için de sanat, hayatın her alanı gibi kaçınılmaz olarak bir mücadele alanı olmayı sürdürüyor. Ben de kendimi onların içinde gördüğüm için belki bir çok kişinin de deneyimlediğini düşündüğüm bazı meseleleri, sanatın süregelen patriyarkal yapısını işaret ettiğini düşünerek, kendi deneyimim üzerinden aktarmaya çalışacağım.

Sene 2006. Değişim öğrencisi olarak gittiğim okulun heykel atölyesinde bir şeyler karalıyorum. O sırada bir arkadaşım uğruyor yanıma. Öyle havadan sudan sohbet ederken, atölyede çalışan çocuk, konsantrasyonunu dağıttığımız için bizi uyarıyor. Ben onun çalışıyor olduğunu bırakın, atölyede olduğunu bile fark etmemişim. Özür diliyor ve dışarı çıkıyoruz. Geri döndüğümde, çocuğu tam konsantrasyonla önündeki sarı küreye hipnotize olmuşçasına, meditasyonunun en derin noktasındaymışçasına bakıyor buluyorum. Bu durum bana biraz komik ve abartılı geliyor. Çocuğun dâhi sanatçı rolünü giymeye çalışan bir yeni yetme olduğunu düşünüyorum. Bir yandan orada, o biçimde bir kadın öğrencinin oturması ihtimalini düşünemiyorum. Derin işler, sıkı konsantrasyon, kulaklıklarını takıp saatlerce bir işe gömülmek nedense erkeklerin daha çok yaptıkları bir iş gibi geliyor bana. İmreniyorum da. Bir de kendime bakıyorum, iş yaparken biri arayıverse açıyorum telefonu. Kapı çalsa, evde insan olsa dahi ben koşuyorum kapıya. Herhangi fiziki bir uyaran olmadığı zaman bile, üretimlerim sürekli bölüntüler ve çalkantılarla devam etmekte. Hayatımın sonraki dönemlerinde nedense erkek sevgililerimin çalışma alanlarına onların benimkilere gösterdiğinden çok daha fazla hassasiyet ve saygı ile yaklaştığımı fark ediyorum. Kâh oğlanlara annelik yapmak için çalışmamı bölüyorum, kâh onlar “zank” diye dalıveriyorlar işimin arasına. Ne de olsa dâhi olan ben değilim, ben kesintili zamanlarda tırı vırı işler yapan biriyim. “Sanatçı” değilim ben, arada şiir karalarım, arada şarkı yazarım, resim yaparım ama o sarı küreye saatlerce bakamam.

2009. Kendimi ilk defa kıyısından köşesinden bir kolektifin parçası olarak gördüğüm zamanlar. Çalışmalarımın herhangi feminist bir teması olmaması o dönemler meselem değil. Ahlaksız ve sansasyonel işler yapmak, insanları tahrik etmek daha önemli benim için. Bana kendimi genç parlayan bir yıldız gibi hissettiriyor etrafımdaki adamlar. Bunda genç bir kadın olmamın ne kadar rolü olduğunu kavrayamıyorum. En provokatif çalışmalarımı o dönemlerde üretiyorum. Şimdi o çalışmalarıma bakınca aslında haberimin dahi olmadığı feminist sanatla ne kadar yakın bir dile sahip olduklarını görüyorum. Bu durumu toplumsal olarak ortak inşa edildiğimiz, ortak maruz bırakıldığımız şeylerin kolektif bir dille dışa vurumu olarak görüyorum. Zamanlar ve coğrafyalar değişse de içimizde taşıdığımız “kadınlık” yükü aynı. Neyse. Bahsettiğim kolektifle sessiz sözsüz bir anlaşmayla yollarımızı ayırıyoruz. Çalışma motivasyonum düşüyor, çünkü her şekilde kabul gören “genç yetenek” kimliğimin bir grubun içinde olmadan çok da anlam kazanmadığını fark ediyorum. Yeraltı tribünlerine hazırda seyirci varken oynamak elbette çok keyifli, önce alkışları duyup öyle sahneye çıkmak o dönemki arzum. Yani bir arzu nesnesi olmaktan bahsediyorum, Femme-Enfant, Femme-Fatale. Ama geçim derdi zaten istesem de istemesem de bu bohemliğimi kırıyor. Bir yandan başka işlerde çalışıyorum ve yüksek lisans yapmaya başlamışım. İş ve okul stresi bir şekilde bütün varlığımı daraltmış olsa gerek, uzun zaman tutarlı bir şekilde çalışma üretmiyorum.

2010. O sırada bir erkek arkadaş ediniyorum, kendisi oldukça iyi bir müzisyen. Ne hikmetse sevgililerim hep müzisyen adamlar oluyor 🙂 Birlikte bir grup kuruyoruz, şarkılar akmaya başlıyor. Biz iki kadın vokal, daha kendimizi tam keşfedememiş bir ruh halinin titrekliğiyle profesyonel adamların müziğimize verdiği destekle bir yandan rahat, bir yandan rahatsız bir yerdeyiz. Nota ve müzik tekniği bilmemek beni psikolojik olarak oldukça düşürüyor o dönemler. Bunun yanı sıra bizim çocukların sonsuz müzikal tartışmaları içinde genelde çok kolay kayboluyor, bir köşede sızıveriyorum. Bir yandan da içimde öyle bir özgüven var ki bir fark edilsem ortalığı kasıp kavuracakmışım gibi hissediyorum. Bu elbette hiç gerçekleşmiyor. Çünkü starlık benim gibi arada kalmışların işi değil. Ya çok çalışmalı, ya çok akıllı olmalı, ya çok sansasyonel olmalı insan. Bende bu üçü de yok.

Ancak o döneme dair aklımda kalan şeylerden biri, hakkımda yapılmış bir internet yorumu. Kısaca, gitaristin kız arkadaşı olma kontenjanından gruba dahil edildiğimden bahseden bir yorum. Çok öfkeleniyorum, elimde olsa suratının ortasına bir yumruk çakabilirim. Bu öfkemin sebebi ise özgüvensizliğimden dolayı aslında onu haklı bulmam. O müthiş gitarist ve yetenekli arkadaşları ardımda olmasa ben öyle bilindik sahnelere nasıl çıkarım ki? Nota bilmiyorum, teknik bilmiyorum, sadece şiir yazıyorum ve gitarla doğaçlama şarkılar üretebiliyorum, tam olarak neyim ben? Yeterince müzisyen miyim? Adamla ayrılıyoruz, grup dağılıyor, herkes cephesini alıyor ve adamı terk eden kadın olarak onun yeni acılı şarkılarının ilham perisi olma görevi bende kalıyor. Zaten yerlerde olan özgüvenim bu yalnızlıkla iyice yok olmuş durumda. Müzik mevzusunu bir süreliğine kapatıyorum.

2013. Resme geri dönüş. Yakın dostum Burcu bana son ürettiğim işlerim hakkında samimi, yapıcı ve cesaretlendirici bir yorum yapana kadar herhangi bir motivasyonum yok. Onun verdiği şevkle tekrar üretmeye başlıyorum. Belki ilk zamanlardaki kadar kışkırtıcı şeyler değiller, ama durduğum yerde edindiğim gerçekliğe daha fazla dokunuyorlar. Bu sayede çok güzel insanlarla tanışıyorum, kimi karma sergilerde çalışmalarıma yer veriyor, kimi çalışmalarımı çok beğendiğini söylüyor. Bu sayede aslında işimin ve bitmeyen öğrenciliğimin yanı sıra hâlâ sanatçı olduğuma inanmaya başlıyorum. Bu insanların hepsi kadın ve evet ben bir sanatçıyım.

Şimdi. O dönemler sanatçı dediğimde tam olarak neden bahsediyordum? Bir kadın olarak bu kültürde var olmanın karşılığı tam olarak nereye denk düşüyor, bunu zaman içinde anladım. Benim için bu tam olarak bir dımdızlaklık. Tazecik bir sanatçıyken çoğunlukla erkeklerden ilgi görüyor, bunun sebebinin sadece beğendikleri çalışmalarım olduğunu sanıyordum. Şimdi sosyal medya patlamasıyla, başka bir erkek güruhunun yaptığım çalışmaları değil de şort giydiğim fotoğrafları beğenmesiyle mevzuyu çözüyorum. Yanlış anlaşılmasın; bacaklarımı, gözlerimi ya da herhangi bir organımı falan beğenebilir insanlar. Hatta sanatımı korkunç bulup sadece bedenimi de arzulayabilir. Ama onun platformu benim sanatçı sayfam değil. Sürekli profesyonel çabamın görmezden gelinip bedenimin bir parçası kadrajda olduğu için beğeni almak benim için şu anlama geliyor: “Kızım bırak bu işleri, memelerin ve yüzün suluboyalarından daha çok ilgi çekici.” (Bu yazıyı yazdıktan bir süre sonra içlerinden biri alenen bunu söyledi :D) Seksapelimizin sanatımızdan daha çok ilgi çekmesine istinaden “loser sanatçı kadınlar” olarak çalışmalarımızı memelerimizin, popomuzun arasına mı sıkıştırsak acaba? Ya da, bedenden ve seksüaliteden tamamen arınmış Meryem Analar olarak mı sanatta kutsal bir yerlere gelmemiz gerekiyor? Yani dostum şunu demek istiyorum, evet bacaklarımı da koyuyorum, ecinni yaratıklarımı da. Birinin varlığı ötekine tezat olmak zorunda mı?

Aklıma çello çalan internet yakışıklısı adam geliyor mesela. Geçen aylarda gencinden yaşlısına bir sürü insanın ilgisini çekmiş o “seksi” adam. Evet güzel çalıyor enstrümanını bana hitap etmese de. Hiç tipim değil. Kendimi onunla aynı yatakta düşününce tüylerim ürperiyor. Adam yanında seksi kadınlarla sevişmeyi andıran müzik performansları yapıyor ve kazanova rolünü üzerine giyip, oldukça popüler bir yerden oynuyor. İnsanlar ya çalışını, ya da itici buldukları tavrını eleştiriyor. Ancak hiçbir yorumda “Hanımlar hepinize yeterim, haha!” kokan seksüalitesiyle müziğin harmanlanamayacağından bahsedilmiyor. Oysa genç ve yetenekli pop star kadın benzer bir yerden oynasa hemen “kaşar” oluyor. “Çarpık” bacakları, “küçük” ya da “büyük” memeleri, gıdısı, sesinin ve performansının önünde tutuluyor. Hatta “babacan” (orospufobik) tavırlarla “Ya çok yetenekli kız ama bedenini pazarlıyor, kendini ucuzlaştırıyor,” yorumları yapılmaya başlanıyor. Eğer kızımız o kadar yetenekli olmasa “Bu ne şarlatanlık, gitsin porno çeksin!” denileceğini (orospufobik vol.2) duymak zor değil. Şunu kavramalı ki, bu adamlar için mesele seksin kendisi değil. Mesele bir kadının profesyonelliğini, seksi alet ederek çiğneme arzusu.

Pratik bağlamda bir meslek olarak bile sayılmayan sanatçılığı seçmiş olanlarımız için bu durum daha da kaygan bir zeminde elimizi kolumuzu bağlıyor. Popüler çizginin dışında işler yapıyorsak, illa esrarengiz personalarla, çok “cool” olmamız bekleniyor ki, merak uyandırabilelim. Erkekler zaten genelde önlerine sunulmuş olan güzelim mevkileri teperek sanatçı olmayı seçtiklerinden dolayı bu çabaları ekstradan harcamalarına gerek kalmıyor. Sanat hâlâ naif ruhlu, cool, “nerd” ıssız adamların oturduğu bir kahvehane gibi geliyor bana. İçerde muhteşem sanatçıların yanı sıra gerçekten boktan işlerle ve inanılmaz özgüvenlerle geniş geniş oturan adamlar da var. Benim o kahvehanede var olmak için ya masalarına çıkıp göbek atmam, ya da “herkese benden bir çay” diye yiğit tavırlarla onların onayını kazanmam gerekmiş gibi hissediyorum ve hissettiriliyorum. En önemlisi bu kahvehanede herkes birey, kendinden sorumlu, ancak ortada görünmez bir erkeklik dayanışması var.

Sonuç olarak kadın sanatçı olmak, içinde ister istemez politik bir duruşu da beraberinde getiriyor ve bundan çoğumuzun kaçışı yok. Adamlar birey olarak şaha kalkarken, biz ise kaçınılmaz olarak birbirimizden güç almak zorundayız.

Daha çok bizim gibilerle birlikte, istismar edilmeyeceğimiz platformlarda pozitif ayrımcılık ilkesiyle çalışıyoruz. Ortaya patriyarkal kültürde hakimiyeti olmayan kimliklerin ses bulabilmesine yönelik çalışmalar çıkıyor. Bir yandan güzel ve güçlendirici dayanışmalara şahit olurken bir yandan da şu soruyu sormadan edemiyorum: Sadece biz olarak, illa kimliklerimiz üzerinden bir çatı altına girmeden çalışma şansımız olabilir mi? Yoksa sonsuza dek, kadın, kuir, siyah, göçmen… sanatçılar olarak armalarımızla mı gezineceğiz?

İşin bir tarafında da sınıf var. Hatta sınıf ile cinsiyet özellikle sanat alanında oldukça görünür şekilde iş birliğine giriyorlar. Şöyle ki, sanatçı bir erkeğin geldiği sınıf, onun duyarlı, ağlak, fevri ve maço hallerine yumuşacık bir zemin olabiliyor. Oysaki bir kadın için, onun “lekeli” geçmişi her daim kapıda bekleyen bir tehdit unsuruna dönüşebiliyor. Bu kadar dramatik olmayan bir yerden bakacak olsak bile, hâlâ bir çok kadın sanatçının eyvallah etmemesi, kendi yoluna bakabilmesi, özgürce çalışacağı kişileri seçebilmesi için güvenebildiği bir sınıfının olması gerekiyor. Yoksa prodüktörlerin veya küratörlerin bizi pezevenklerin elinden kurtardığını ilan etmesi an meselesi.

Uzun zaman sınıfımın, cinsiyetimin ve anti-sosyal kişiliğimin kesişimi sayesinde sanatçı olarak başarısız ve yetersiz hissettim. Beni bu duygulardan çıkaran kadın sanatçılar arasındaki gürül gürül dayanışma oldu. Bu yüzden dımdızlak kadın sanatçı olarak o kahvehanenin ortasında şunu bağırıyorum: Sanatçı olarak kariyer yapmak için muazzam çarpıcı sanat işleri üretmek, bütün varlığımızı işimize vermek, seksüalitemizi ortadan kaldırmak, ya da suyunuza gitmek zorunda değiliz!

Kendime Not: Nota bilmiyorum, teknik bilmiyorum, sadece şiir yazıyorum ve gitarla doğaçlama şarkılar üretebiliyorum, tam olarak neyim ben? Yeterince müzisyenim.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.