Toplumumuzda kadınların önce babaya, sonra kocaya (hatta sonrasında çocuklarına) bağımlı bir şekilde yaşaması onları bir anlamda duygusal sömürüye açık hale getiriyor. Pek çok kadın belki de ebeveynlerinden miras kalan sağlıksız ilişki kalıplarının farkına varamıyor ve ne olduğunu tam olarak algılayamadığı hisleri normal zannederek kendi ilişkilerini aynı dinamikte sürdürmeye devam ediyor.

Aylar önce kaygı bozukluğu teşhisiyle terapistimin kapısını çalarken kendimi yenik düşmüş, güçsüz, aciz hissediyordum. Çoğu kişi gibi ilaç kullanmanın bir işe yaramayacağını, terapiye gitmenin de zaman kaybı olduğunu düşünüyordum. Her şeyin üstesinden tek başıma gelemeyeceğimi, yardım almayı kabullenmenin aslında en büyük cesaret göstergesi olduğunu fark edişim böyle başladı. Terapiye gitmek benim için tam anlamıyla bir dönüm noktası oldu. Yalnızca bireysel deneyimlerimin değil, içinde yaşadığım Türkiye toplumunun ve küresel koşulların da kaygımı ne kadar tetiklediğinin farkına vardım. Ataerkil düzen çarklarının böylesine sinsi bir şekilde işlediğini hiç düşünmemiştim; bir kadın olarak kimliğimin, duygularımın ve ilişkilerimin bu derece etkilendiği aklımın ucundan geçmemişti. Haftalar geçtikçe sadece benim değil, pek çok kadının aynı şeyleri yaşadığını, hikayelerimizin gerçekten ne kadar benzer olduğunu bir kez daha anladım.

Depresyon ve kaygı bozukluğu, kadınlarda erkeklerin iki katı sıklıkta görülüyor[1]. Bu ciddi fark sorunun sadece kadınların kişisel yaşantılarında değil, toplumun sistematik işleyişinde de aranması gerektiğine işaret ediyor. Çoğu kadın, gündelik hayatında bakımlı olma kisvesi altında dış görünüşüne karşı sağlıksız bir saplantı geliştiriyor ve ataerkil düzenin yarattığı ideal kadına dönüşmek için hem maddi hem manevi çaba sarf ediyor. Doğrudan olmasa da dolaylı yoldan tüketim odaklı toplum bize makyaj yapmazsak, pahalı kıyafetler almazsak veya mankenler kadar zayıf olmazsak sevilmeyeceğimizi öğretiyor. İstemsizce içselleştirdiğimiz bu baskı ise yeme bozukluğu, beden algı (dismorfik) bozukluğu, amenore (adet görmeme) gibi hastalıklara sıklıkla eşlik eden, hem psikolojik ve hem de fizyolojik etkiye sahip kaygı bozuklukları olarak kendini gösterebiliyor[2]. Sosyal medyada herkesin en güzel, en mutlu halini görüp kendimizi ister istemez diğer kadınlarla sonsuz bir karşılaştırma döngüsüne sokmamız da cabası. Bu şekilde özgüvenimizi içsel değerlerimiz üzerinden değil, bizi kendi kurallarına uymaya mahkum eden bir dış göz, yani ataerkil toplumun yargıları üzerinden elde etmeye çalışıyoruz. Belki de yargılanma endişesi yüzünden hatalı kararlar veriyoruz çünkü bilinçsizce de olsa “evlenmeliyim”, “iyi bir anne olmalıyım” gibi toplumsal baskılara boyun eğerek bu endişelerin tetiklediği hisleri normalleştiriyoruz. Örneğin, araştırmalara göre yeni doğum yapmış her 10 kadından biri post-partum (doğum sonrası) depresyon geçiriyor[3]. Bu yeni anne olmuş kadınlar arasında psikolojik destek alanların veya buna ihtiyacı olduğunu fark edenlerin sayısı ise muhtemelen çok az.

Elbette konu beden sağlığı olduğunda konuşmak hepimiz için biraz daha kolay. Zihinsel sağlık hakkında konuşmak ise adeta bir utanç kaynağı, güçsüzlük belirtisi gibi geliyor. Herhangi bir organ kadar beynimiz de hastalanabiliyor, üstelik psikolojik sorunların sinirsel ya da biyokimyasal kökenleri de var ve beden ile zihin arasındaki bu içe içe geçmiş süreçlerden pek bahsedilmiyor. Örneğin baş ağrısı, mide rahatsızlıkları gibi basit görünen sorunların ana kaynağı psikolojik olabiliyor[4]. Aslında kadınların gerek finansal gerek kültürel açıdan kendi hayatlarını ancak erkeklerin izin verdiği sınırlar çerçevesinde kurmaya alıştırıldığı Türkiye gibi ülkelerde zihinsel sağlığın önemine çok daha fazla vurgu yapmak ve bu konudaki önyargıları kırmak gerekiyor. Toplumumuzda kadınların önce babaya, sonra kocaya (hatta sonrasında çocuklarına) bağımlı bir şekilde yaşaması onları bir anlamda duygusal sömürüye açık hale getiriyor[5][6]. Pek çok kadın belki de ebeveynlerinden miras kalan sağlıksız ilişki kalıplarının farkına varamıyor ve ne olduğunu tam olarak algılayamadığı hisleri normal zannederek kendi ilişkilerini aynı dinamikte sürdürmeye devam ediyor. Sağlıksız ilişki kalıpları derken yalnızca kadın-erkek ilişkilerini değil, ebeveyn-çocuk ilişkilerini de kastediyorum. Romantik ilişkilerimizle görünürlüğe kavuşan ayrılık korkusu, güvensizlik, takıntılı düşünceler, aşırı öfkenin çıkış noktası kendi anne babamızla kurduğumuz –veya kuramadığımız- bağ olabilir[7]. Kişisel sorunlarımızın aileden kaynaklandığını, ailenin ise hem toplumun belkemiğini oluşturan hem de toplumdan en çok etkilenen yapı olduğunu düşünürsek bahsettiğim ihtimaller daha da güçleniyor. Ataerkil bakış açısı, toplumu şekillendiren siyasi yapılarda da mevcut olduğu için kendini devamlı besleyen bir kısır döngü ortaya çıkıyor.

Geçtiğimiz yıllarda Me Too, Time’s Up gibi hareketler, kadınların deneyimlerini ve sorunlarını utanmadan anlatabilmesi için sağlam bir sosyo-politik zemin oluşturdu. İş hayatında karşılaştığımız cinsiyetçilikten tutun, romantik ilişkilerde maruz kaldığımız fiziksel, duygusal şiddete kadar pek çok kadının muzdarip olduğu ortak sıkıntılar hakkında daha sık konuşmaya başladık. İngiltere eski başbakanı Theresa May’in istifa konuşmasını yaparken dünyanın gözü önünde duygusallaşması, insani kırılganlığımızın siyasette bile varlığını koruduğunu açıkça gösterdi ve pek çok kişinin May ile ilk kez empati yapmasını sağladı. Birçok ünlü de psikolojik destek aldığını söyleyerek kaygı bozukluğunun ve depresyonun ne kadar yaygın olduğuna dikkat çekti[8]. Özellikle kadınlara dayatılan bu her daim mutlu, güzel ve “sevilebilir” olmamız gerektiği fikri etkisini kaybettikçe kendi üzüntülerimizi ve kırılganlıklarımızı paylaşmanın bizi nasıl kuvvetlendirdiğini daha iyi anlayacağız. İyileşmenin sadece bireysel bir süreç olmadığını, bazen yardım almamız ve tüm olumsuzluklarına birlikte katlandığımız bu sistemle yine birlikte mücadele etmemiz gerektiğini göreceğiz. Belki birbirimizi anlamak, affetmek kolaylaşacak. Dertlerimizi ve endişelerimizi dile getirdikçe güç kazanacağız, yalnız olmadığımızı daha iyi hissedeceğiz. Çünkü kişisel olan gerçekten de politik ve her ikisi de ataerkil değer yargılarından kurtarılmaya muhtaç.

*Kaygı ve depresyonun biyolojik, psikolojik ve toplumsal nedenlerine ilişkin okuma önerisi: Johann Hari, Kaybolan Bağlar, 2019, Metis yay.

[1]  https://adaa.org/living-with-anxiety/women/facts

[2] https://www.mindwise.org/blog/uncategorized/the-relationship-between-eating-disorders-and-anxiety/

[3] https://www.nhs.uk/conditions/post-natal-depression/

[4] Gabor Mate, Çev.: Defne Orhun, Vücudunuz Hayır Diyorsa (2012, İletişim yay.)

[5] Hale Bolak Boratav, Güler Okman Fişek, Hande Eslen Ziya, Erkekliğin Türkiye Halleri (2017, İstanbul Bilgi Üniversitesi yay.)

[6] Güler Okman Fişek, İlişki İçinde Ben (2018, İstanbul Bilgi Üniversitesi yay.)

[7] Jonice Webb, Çev.: Gülsün Arıkan, Çocuklukta İhmalin İzi: Boşluk Hissi (2019, Sola Unitas yay.)

[8] https://www.harpersbazaar.com/celebrity/latest/g15159447/celebrities-depression-anxiety-mental-health/

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.