Kadınların dışlandığı politikalarla savaşa karar veriliyor. Kutsanan şiddetin bedelini ise en çok kadınlar ve çocuklar ödüyor. Öldürülen, kayıpların yasını tutan, ağıt yakan kadınlar; barış için savaşın olmayacağını biliyor.
Korkmadan, durmadan, en yüksek perdeden seslendiriyoruz: Kadınlar barış istiyor!
31 Ocak 2016’da Kadıköy iskele meydanında, ellerinde siyah dövizleri ve beyaz tülbentleriyle kadınlar aynı anda aynı cümleleri söyledi. Barışa 1000 Kadın eyleminde kadınlar, ölümden değil yaşamdan yana ses çıkardı. Bugüne geldiğimizde ise değişmeyen tek şey kadınların barış talebi. Adına “Barış Pınarı” dedikleri savaş, bu kez sınırlar içinde değil ancak sonunda bu pınardan barış akmayacak biliyoruz. “Kahraman, aziz millet, zafer” gibi kelimeleri yan yana getirerek propaganda yapan çirkin sesli politikacılar yine yeniden savaş dedi. Oysa savaşın sonucu hep aynı: Zorla yerinden edilen insanlar, ölümler, kayıplar, yoksulluk…
Savaşın uzun yıllar hüküm sürdüğü Lübnan’ı ve savaşın ardındaki acıyı kadınlar üzerinden anlatan Nadine Labaki’nin Et Maintenant On Va Où (Peki Şimdi Nereye?) filmi, kadınlar için savaşın ne anlama geldiğini çok iyi ifade ediyor. Tıpkı filmdeki gibi gerçekte de kadınların dışlandığı politikalarla savaşa karar veriliyor. Kutsanan şiddetin bedelini ise en çok kadınlar ve çocuklar ödüyor. Öldürülen, kayıpların yasını tutan, ağıt yakan kadınlar; barış için savaşın olmayacağını biliyor. Savaş aynı zamanda, kadınların bedeni üzerinden eril şiddeti yeniden üretiyor. Barış Akademisyenlerinden Hazal Halavut, “Barış, bu ülkedeki herkes ama en çok da kadınlar için çok acil ve hayati bir ihtiyaç olduğu için imzaladım metni,” derken savaştan en çok zarar görenlerin kadınlar olduğunu ve erkek-devlet şiddetinin yaşamımıza nasıl sirayet ettiğini şöyle açıklıyordu: “… ‘Oğlan evi geldi, kız evi nerede?’, ‘Kızlar geldik, yoktunuz’… Yazılamalarda kendini dışa vuran Türklük ve erkeklik bileşiminin, ‘karşı tarafa’ nasıl yönelebileceğini tahmin etmek zor değil… Türk olmayan herkesin karşı taraf olduğunu, evlerini terk etmek zorunda kalmış kadınların eşyalarıyla, iç çamaşırlarıyla yapılan ‘tecavüz şakaları’, kadınların nasıl bir tehdit altında olduğunu anlatmaya yetiyor…”[i] Bu anlatım, bugünlerde yaşanan savaşa uzak düşmüyor; özellikle sosyal medyada sıkça rastladığımız cinsel şiddetin savaş silahı olarak kullanılmasına dair cinsiyetçi ifadeler tekrar ediliyor. Savaş üzerine “etek giydirme” söylemiyle yapılan imalara, kadını aşağılayan, tecavüzü espri konusu yapan dile hepimiz tanığız. Pınar Selek, toplumsal cinsiyet perspektifinden savaş tahlilini şu cümlelerle anlatıyor: “Savaşa yol açan süreç toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiştir. Orduda, sınıfsal ve etnik buluşma erkeklik örüntüsünde gerçekleşir. Militarizasyon, ataerkil değerler üzerinden yayılır. Gücün, kudretin değer bulması, bağımlı olanların korunması, namus adına şiddetin meşrulaşması hanelerin ve devletlerin etrafında örülür.”[ii] Erkeklik ile militarizm arasındaki iki yönlü ilişki aynı zamanda dişilliği de bu ilişki üzerinden tanımlar. Dolayısıyla militarizm toplumsal cinsiyet rollerini dizayn eder. “Savaş zihniyeti yaratılırken, yalnız genç erkekler dinin, anavatanın ve milletin koruyucuları olmaya yönlendirilmez, kadınlar da güçlü erkek koruyucuların kendilerini korumasına muhtaç olduklarına, güçlü oğullar yetiştirmeleri gerektiğine inandırılır. Kadınlara, çocukluklarından itibaren doğaları gereği zayıf oldukları öğretilir. Erkeklerin güçlü oluşu da bu zayıflıkla karşıtlık kurularak inşa edilir. Dolayısıyla, toplumsal cinsiyet ideolojisi milliyetçi ve militarist düşünce üretiminin ayrılmaz bir parçasıdır.”[iii]
Toplumsal cinsiyetle sıkı bir bağ içinde olan savaş, zaman ve mekan fark etmeksizin her koşulda aynı amaca hizmet ediyor. İsviçre’nin Bern şehrinde savaşa karşı Uluslararası Sosyalist Kadın Kongresi’ni örgütleme çalışmalarına katılan Clara Zetkin, 1915 yılında Bern Manifestosu’nun dağıtımını yaptığı için tutuklanıyor. Tutukluluk sürecinde Clara Zetkin’i mektuplarıyla yalnız bırakmayan kadınlar dayanışmayı büyütüyor. Zetkin’in tutuklanmasına sebep olan bu manifesto bir takım eksik unsurlar barındırsa da savaşın kadınlar üzerindeki doğrudan/dolaylı zararlarına yer veriyor: “Emekçi halkın kadınları! Kocalarınız nerede? Oğullarınız nerede?.. Siperlerde barınıyor, emekle üretilen şeyleri yok etmeye kumanda ediliyorlar… Kedere, sefalete korumasızca teslim edilmiş durumdasınız. Çocuklarınız açlık çekmekte, donmaktalar; sizi evsiz barksız bırakmakla tehdit ediyorlar, ocağınız soğuk, ocağınız bomboş… Sizleri bu derece korkunç acılara maruz bırakan bu savaşın amacı nedir? Diyorlar ki; vatanın iyiliği, vatanın savunması için. Nedir vatanın iyiliği? Vatanın iyiliği, milyonların iyiliği demek değil mi?.. Savaş kimin işine yarıyor? Her milletin sadece küçük bir azınlığının işine yarıyor… Bu savaşın amacı, vatanın savunması değildir: amaç, vatanın genişletilmesidir… Tek bir istekte, tek bir eylemde birleşin!.. Bu halkın iradesidir sadece katliamları durdurabilecek olan…Kahrolsun savaş!”[iv] Kadınlar; savaş dönemlerinde işsizlik, hastalık, açlık gibi durumlarla mücadele ederken savaş sonrası süreçte ise silahlara ayrılan bütçe nedeniyle eğitim ve sağlık gibi hizmetlerden mahrum kalıyor. Savaş dönemlerinde ganimet olarak görülen kadınların maruz kaldığı cinsel şiddet de cezasızlıkla sonuçlanıyor. Savaşın sona ermesi kadına yönelik şiddeti sona erdirmiyor aksine patriyarkayı güçlendiriyor ve yapısal şiddet gündelik hayatımızda devam ediyor.
Peki barışı nasıl inşa edeceğiz? Kadınların özne olarak konumlanmadığı politikalarla barışın sağlanamayacağı aşikâr. Uluslararası hukukta da (1325 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı) savaşın kadınlar ve çocuklar üzerindeki etkilerinin ortaya koyulması ve barış sürecinin kadınların temsili ile yürütülmesi yer alıyor. Nitekim, dünyada kadınların barış mücadelesi etrafında örgütlendiği ve politika ürettiği birçok örnek mevcut: Sırbistan’daki Siyahlı Kadınlar, Kuzey İrlanda’daki Women’s Support Network (Kadın Destek Ağı), Kolombiya’daki kadın ve LGBTİ+’ların barış mücadelesi… Türkiye’de de Kürt kadın hareketi ve Türkiyeli feministlerin barış mücadeleleri yıllardır devam ediyor. Kadınların ne savaşa giden süreçte ne barış müzakerelerinde muhatap alındığı, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ifade edilmeyip bu eşitsizliğin sonuçlarının ortadan kaldırılmadığı yerde barış tesis edilemez. Türkiye’nin içinde bulunduğumuz savaş ortamından çıkışı, kadınların yaşamını tehdit eden bu şiddet ortamının sonuçlarının konuşulması ve barışa giden yolda kadınların sözünü söylemesiyle mümkün. İktidarın içeriden ya da dışarıdan tüm itirazlara kulaklarını tıkadığı, savaşın “savaş” olduğunu kabul etmediği bir ortamda barış için mücadele etmek elbette zor. Ancak tüm bu yıkıcı etkilere karşın Rojava’da kadın devrimi deneyimini yaşayan Kürt kadınların, sınır bölgesindeki Türkiyeli ve göçmen kadınların mücadeleleri umut vaat ediyor.
Bugün içinde bulunduğumuz savaş koşullarında çok fazla seçeneğimiz yok. Ya sessiz kalıp savaşa, ölüme ve yıkıma ortak olacağız ya da daha yüksek sesle barış talebimizin arkasında duracağız.
[i] http://bianet.org/1/19/209500-hazal-halavut-un-beyani
[ii] Barış İçin Feminizme İhtiyaç Var, Pınar Selek, 15-11-2007 https://www.pinarselek.com/public/page_item.aspx?id=657
[iii] Vatan Millet Kadınlar, Derleyen Ayşe Gül Altınay, İletişim Yayınları, 2013, İstanbul, s. 240.
[iv] Adanmış Bir Ömür Clara Zetkin, Luise Dornemann, Çev. Gülcan Arslan, Akademi Yayın, 2010, İstanbul, s. 189-190.