Judith Butler’ın son kitabı Şiddetsizliğin Gücü, günümüzde ve belki de tüm zamanlarda, insanların, Butler’ın “radikal eşitlik” diye adlandırdığı bir dünyada bir arada yaşadığı yeni bir yolu tasavvur etme çağrısını tartışıyor.

Masha Gessen*

Judith Butler çağdaş Batı kültüründe özgün bir konuma sahip. Pek az erkek ve belki de diğer hiçbir kadının olmadığı gibi, Butler uluslararası ünlü bir akademisyen. Bu, pek çok insanın onun adını, eserlerinden daha iyi bildiği anlamına geliyor ve pek çoğu da Butler ve eserlerine dair bir fikre sahip. Butler’ın etkisinin çok geniş olduğu söylenebilir çünkü onun bazı anahtar ifadeleri, dilsel temeller haline geldi; örneğin, “toplumsal cinsiyet performativitesi”. Ancak ana akıma doğru giderken, bu düşünceler kimi zaman tanınmaz hale getirilerek basitleştirildi ve dönüştürüldü.

63 yaşındaki Butler, en çok özellikle 30 yıl önce yayınlanan Toplumsal Cinsiyet Belası isimli toplumsal cinsiyet teorisi alanındaki eseri ile tanınıyor. Butler, nefret söylemi (Telaşlı Konuşma: Performativitenin Siyaseti, 1997), kendini bilmemenin temeli (Kendin Hakkında Hesap Vermek, 2005) ve Yahudi etiği ile Filistin (Ayrılık Yolları: Yahudilik ve Siyonizmin Eleştirisi, 2012) gibi kültür, politika, akılla ilgili diğer sorular üzerine kapsamlıca yazdı. Butler, 1993 yılından beri Berkeley’deki California Üniversitesi’nde Maxine Elliott Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörüdür. Siyaset kuramcısı olan partneri Wendy Brown ile Körfez Bölgesi’nde yaşamaktadır.

Verso [yayınevi] bu ay Butler’ın son kitabı olan Şiddetsizliğin Gücü’nü [The Force of Nonviolence] yayınlıyor. Büyük bir argümana sahip ince bir cilt: Günümüzde ve belki de tüm zamanlarda, insanların, Butler’ın “radikal eşitlik” diye adlandırdığı bir dünyada bir arada yaşadığı yeni bir yolu tasavvur etme çağrısını tartışıyor. New York’a yaptığım yakın zamanlı bir ziyaret sırasında, Butler benimle sohbet etmek için görüştü. Bu görüşme düzenlendi ve kısaltıldı.

Bu yeni kitapta, şiddetsizliği yalnızca bir taktik olarak değil, ayrıca kim olduğumuza dair tamamen farklı düşünme şekli olarak da öneriyorsunuz.

Şiddet ve şiddetsizlik sorularında stratejik ve araçsal düşünmeye alıştık. Bence bir birey olarak eyleme geçmek ya da bir grup olarak eyleme geçip, “Şiddetsizlik, hedefimize ulaşmanın en iyi yolu” kararını vererek ve şiddetsiz -ya da muhtemelen daha pratik olan daha az şiddete sahip- bir dünya yaratmanın yollarını aramak arasında fark var.

“Bir şiddet eylemine kalkışacağım hiçbir durum söz konusu değil” diyebilecek tamamıyla çılgın bir idealist değilim. Soruyu “Birlikte nasıl bir dünya kurmak istiyoruz?” noktasına getirmeye çalışıyorum. Sol görüşlü bazı arkadaşlarım, şiddetsel taktiklerin istediğimiz dünyayı üretmenin yolu olduğuna inanıyor. Şiddetin, istedikleri sonuçlar gerçekleştiğinde azalacağını düşünüyorlar. Ancak dünyaya daha fazla şiddet uyguluyorlar.

“Etik ve politikanın benzer temeli” olarak bireyselciliğin eleştirisi ile başlıyorsunuz. Başlangıç noktası neden bu?

Deneyimlerime göre, şiddete karşı en güçlü argüman şu düşüncede yer alıyor; ben bir başka insana şiddet eyleminde bulunduğumda, ayrıca kendime de uygulamış oluyorum çünkü hayatım, bu diğer hayata bağlı durumda. Liberal bireyci gelenek içinde şekillenen çoğu insan, kendilerini diğer yaşamlardan radikal bir biçimde ayrı, gerçekten sınırlandırılmış yaratıklar olarak idrak ederler. Bu çıkış noktasına karşı çıkacak ilişkisel perspektifler kadar, ekolojik perspektifler de mevcut.

Ve liberal bireyci düşünce tarzına göre, bireyden kastın her zaman, onunla karşılaştığımız bu belirli anda, onu başkalarına bağlayan hiçbir gereksinime ve bağımlılığa ihtiyacı olmayan genç bir erkek olduğuna işaret ediyorsunuz.

Bu tarz bir birey bir bakıma komik, ancak öldürücü de. Amaç, ortaya çıkmak, ayrılmak ve birey olmak için hayatın dönüştürücü ve bağımlı dönemlerinin üstesinden gelmektir -ve böylelikle kendi ayakları üzerinde duran bir birey oluyorsun. Bu Almancadan bir çeviri. Onlar, kendi ayakları üzerinde duran anlamına gelen selbstständig sözünü kullanırlar. Ancak gerçekte kim kendi ayakları üzerinde duruyor? Hepimiz, eğer ayağa kalkarsak, pek çok şey tarafından destekleniyoruz. Bugün seni görmeye gelirken dahi, kaldırım benim hareket etmeme müsaade etti, tıpkı ayakkabılarım, ortezlerim ve fizyoterapistimde harcanan uzun saatler gibi. Deyim yerindeyse, onun işi benim yürüyüşümde. Bu şahane teknolojilerin ve destekleyici ilişkilerin herhangi biri olmasaydı, bugün burada olamazdım.

Bağımlılığın herhangi birimizin başına gelebileceğini kabullenmek oldukça zor. Ancak genellikle yanlış tanınan sosyal ve ekolojik bağımsızlığı onaylamak, daha büyük bir görev. Eğer kendimizi bir diğerine özünde bağımlı -ki bunda hiçbir utanç, hiçbir küçümseme ve hiçbir “feminizasyon” söz konusu değil- sosyal canlılar olarak yeniden düşünseydik, bence birbirimize daha farklı davranırdık çünkü kendimize dair algımız bireysel öz çıkar ile tanımlanamaz.

Yas konsepti ile ilgili daha önce yazmıştınız ve bu kitapta, bu oldukça önemli bir düşünce. Bununla ilgili konuşabilir misiniz?

Bence benim için ne zaman başladı biliyor musun? Burada ABD’de AİDS krizi sırasında, pek çok insan sevdiklerini kaybediyordu ve o kayıplar için yeterli bir tanınma görmüyorlardı. Pek çok olayda, insanlar evine ailelerine giderler ve kayıplarını anlatmaya çalışırlar ya da ailelerine veya iş yerlerine gidip kayıplarını anlatacak durumda değillerdir. Kayıplar tanınmadı ve göze çarpmadı yani kayıp değillermiş gibi muamele gördüler. Elbette bu durum, yaşadıkları aşkın da bir aşk olarak tanınmaması gerçeğinden ileri geliyordu. Bu sizi Freud’un melankoli dediği duruma sokar. Çağdaş terimlerle, manik biçimleri barındırsa da depresyonun bir formudur ancak yalnızca bireysel bir depresyon değil, aynı zamanda paylaşılan bir melankolidir.

Bu insanların statüsüne, tanınırlığına ve ilişkilerine bağlı olarak, bazı yaşamların yas tutulmaya açıkça daha değer olduğunun düşünülmesi, şimdi olduğu gibi o zaman da beni öfkelendirdi. Ve bu 11 Eylül sonrasında, bazı yaşamların gazetelerde bir hayli anılırken, bazılarının anılmadığının açık ifadesiyle, kafama daha farklı bir şekilde dank etti. Açıkça yası tutulmuş olanların yaşamlarının değeri, mülkleri, eğitimleri, evli olup olmadıkları, bir köpeğe ve birkaç çocuğa sahip olup olmadıkları ile ölçülüyordu. Geleneksel heteroseksüel çerçeve, halkın yas tutması için bir olanaklılık koşulu haline geldi.

Times’daki, 2500 mini-ölüm ilanlarından bahsediyorsunuz değil mi?

Evet. Belgelenmemiş olanların, bu ölüm ilanları üzerinden açıkça ve aleni bir biçimde yasının tutulmaması oldukça şaşırtıcıydı ve birçok gey ve lezbiyen insanın belli belirsiz yası tutuldu ya da hiç yas tutulmadı. Yası tutulamayan ya da acısı çekilemeyenlerin çöp kutusuna düştüler.

Bunu ayrıca genişletilmiş kamu politikalarında da görebiliyoruz. Alenen asla kaldırılamayacağı farz edilen, sağlık sigortası çok kıymetli olanlar ve diğer tarafta da yaşamları herkes için sağlık hizmetlerine karşı çıkanların bir sonucu olmayan, yaşama şansını yükselten sigorta ücretini karşılayamayıp teminatsız kalanlar var. Bazı hayatlar, daha yası tutulabilir olarak değerlendiriliyor. Farklı, daha radikal bir sosyal eşitlik düşüncesine varabilmek için, hayatların değerini hesaplama fikrinin ötesine geçmek zorundayız.

Yasın militan potansiyeli hakkında yazıyorsunuz.

Bu bazen gerçekleşen, her zaman gerçekleşemeyen bir şey. Siyahların Hayatı Önemlidir, yastan doğdu. Büyük sanat tarihçisi ve teorisyen Douglas Crimp, bu isimdeki önemli bir makalede yas ve militanlığı yansıttı.

Şiddetsizliğin Gücü’nde, karşıt gerçekçiliğin önemini ve hatta gerçekçi olmamanın “etik yükümlülüğünü” tekrar tekrar vurguluyorsunuz. Bunu açıklayabilir misiniz?

Seçilebilirlik örneğini ele alalım. Eğer birisi basitçe, bir kadının başkan seçilmesinin gerçekçi olmadığı görüşüne sahipse hem pratik hem de bilgili görünecek bir şekilde konuşur. Tahmini olarak, bu doğru olabilir, ya da biz konuştukça değişebilir. Ancak gerçekçi olmadığı iddiası, gerçekçilik düşüncesini doğrular ve inançlarımız ve beklentilerimiz üzerinde daha fazla güç hissettirir. Farklı olmasını dilesek dahi, eğer “dünya olması gerektiği gibiyse”, o halde biz gerçekliğin bu versiyonunun kontrol edilmesi güç olduğunu kabul etmiş oluruz. Bir gerçeklik haline gelmeden evvel, gey evlilik ile ilgili böyle “gerçekçi” şeyler söylemiştik. Bunu yıllar önce, siyasi bir başkan için söyledik. Bu dünyaya dair pek çok şey söyledik, yıkılacağını düşünmediğimiz zorba ve otoriter rejimler gibi, bu dünya hakkında pek çok şey söyledik. Realpolitik kapsamında kalmak, bence, bir düşüncenin kapanışını kabul ederek, radikal umut ve istek pahasına “havalı” ve şüpheci görünmenin bir yolu.

Başkalarının bildiği gerçekçilik ile çoktan kapatmış olduğu bir olasılığı yeniden açabilmek için bazen seni utanç verici bir ışığın altına sokan, biraz çılgın gösteren radikal bir yol tasavvur etmek zorundasın. Yaptığım şekilde, şiddetsizliği savunmak adına tiye alınmaya ve kovulmaya razıyım. Bu durum, hayatta en gerçekçi olmayan konuma sahip olmak olarak anlaşılabilir. Ancak insanlara, dünyada kimsenin bir görüş beyan etmediği bir dünyada yaşayıp yaşamak istemediklerini sorduğumda, bunun korkunç olacağını söylüyorlar.

Örneklerinizi biraz sorgulamak istiyorum. Seçilebilirlik mevzusu, karşıt gerçekçilik bakış açısından tartışılamaz, ancak “Sizin gerçekliğe dair bakış açınız sınırlı. Kadın oy verenleri ya da dönem ortası seçilen kadınların sayısını göz önünde bulundurmuyor.” Aynı şekilde gey evlilik: Bunun mümkün olduğuna inanmayan insanlar, jenerasyonlar arasındaki sosyal tutumlarda ne kadar büyük değişimlerin olduğunu fark edemez. Bunlar, bir bakıma, “Gerçeklik hakkında haklı olabilirsiniz ancak bu kabul etmeye razı olduğumuz bir gerçeklik değil” söyleminizden daha basit argümanlar. 

Sosyo-politik söylemde “gerçeklik” kelimesinin nasıl işlediği hakkında konuşuyorum. Bazen “gerçeklik”, esasen eşitliğin ya da özgürlüğün ya da demokrasinin ya da adaletin daha radikal olasılıklarını barındıran, çocuksu ya da akıllıca olmayan bakış açılarını ortaya çıkarmak için, yerleşik bir algının dışına çıkmak adına kullanılır. Güncel seçimde, sosyalist ideallerin hayalperest olarak atfedilip nasıl ötelendiğini gördük. Gerçekçiliğin bu dışlayıcı formunun, bu sınırları koruduğunu ve görüşlerin olasılığını devre dışı bıraktığını düşünüyorum. Bana, “Aa, sen geysin…” ya da “Aa, sen transsın -yani tabii ki seni kabul ediyorum, ama bu çok zor bir hayat olacak”, diyen ebeveynleri anımsatıyor. “Bu yeni bir dünya ve bunu birlikte inşa edeceğiz ve sen de benim tam desteğime sahipsin”, demek varken.

Diğer taraftan, işlerin olması gerektiği yolu açıkça anlamayı reddettiğim için çocuklarım beni dünyanın nasıl işlediğini anlamamakla suçladı. Çocukların karşılaştığı zorlukları kabul etme sorumluluğumuz da yok mu?

Eğer mücadelelerinin ve acı çekmelerinin koşulları, deneyimlerinden sana getirdikleri ise o zaman evet, elbette. Ama eğer yaşama şansı dahi vermeden onlara empoze edersen, bu pek de iyi değil.

Biraz da bireysel ahlak değil de sosyal bir yaşam felsefesi olarak şiddetsizliğe yaklaşımınız üzerine konuşalım.

Çoğu zaman, “Ne yapardın?” ya da “Kendini nasıl idare ederdin ve eylemlerini nasıl meşrulaştırırdın?” gibi ahlaki sorular sorduğumuzda, eğer durum bunun gibi bir şeyse, bu, potansiyel bir eylem için bireysel sorumluluk alma amacıyla, bir kişinin başka bir kişiye bir meşrulaştırma önerdiği bir varsayım olarak çerçevelenir. Bu tarz bir düşünce, bireysel müzakerenin ahlaki eylemin merkezinde olduğu fikrine dayanır. Tabii ki, bir dereceye kadar öyle, ama biz birey hakkında eleştirel düşünmüyoruz. Şiddetsizlik sorusunu, bir sosyal yükümlülükler sorusuna dönüştürmeye çalışıyorum, ama aynı zamanda sosyal ilişkiselliği araştırmanın, bize farklı bir etik çerçevenin ne olacağına dair bazı ipuçları verebileceğini öneriyorum. Yeryüzünde yaşadığımız kişilere ne borçluyuz? Ve biz içinde yaşarken, dünyaya ne borçluyuz? Ve neden insanlara veya diğer canlılara karşı bu endişeyi borçluyuz? Neden insanlara hayat boyu saygı duyma ya da şiddet içermeyen bir ilişkiye bağlılık borçluyuz? Karşılıklı bağımlılığımız, birbirimize karşı etik yükümlülüklerimizin temelini oluşturur. Birbirimize saldırdığımızda, bu bağa saldırıyoruz.

Pek çok sosyal psikolog, bize belirli sosyal bağların, şiddet üzerinden birleştirildiğini ve bunların milliyetçilik ya da ırkçılık türünden grup bağları olma eğilimi taşıdığını söyleyecektir. Şiddetle iç içe geçmiş bir grubun parçasıysanız ve birbirinizle olan bağın bu şiddet üzerinden kuvvetlendiğini düşünüyorsanız; bu durum, hedef aldığınız grubun yok edilebilir ve dağıtılabilir olduğunu, kim olduğunuzun negatif bir biçimde onların kim olduğuna bağlı olduğu ihtimalini verir. Bu aynı zamanda, bazı hayatların diğerlerinden daha fazla yaşamaya değer olduğu anlamına da gelir. Ancak radikal eşitliğin olduğu bir dünyada yaşamak nasıl bir şey olurdu? Benim argümanım şu, birbirimizi öldüremeyiz, birbirimize şiddet uygulayamayız, birbirimizi hayatlarımızdan kesip atamayız.

Ve burası, öz savunma eleştirisinin devreye girdiği yer.

Beni yanlış anlamayın. Ben öz savunma ile eğitildim. Bu erken eğitimden dolayı oldukça minnettarım. Ancak her daim şunu merak ettim, koruduğumuz öz nedir? Pek çok insan, mahkemelerde sadece bazı insanların öz savunma iddiasına izin verildiğini ve diğerlerinin çok nadir olduğunu iddia ediyor. Beyaz erkeklerin kendilerini ve mallarını koruyabildiklerini ve öz savunmada güç kullanmalarının siyah ve kahverengi insanlardan çok daha kolay olduğunu biliyoruz. Kim öz savunmaya layık olan, yasa ve halk tarafından tanınan bir tür öze sahip? Eğer kendimi sadece bu sınırlı birey olarak değil, aynı zamanda temel olarak başkalarıyla ilişkili olarak da düşünürsem, o zaman bu özü bu ilişkilerde konumlandırırım. Bu durumda, savunmaya çalıştığım öz sadece ben değil, beni tanımlayan ve sürdüren tüm ilişkiler olur ve bu ilişkiler, aile ve toplum gibi yerel birimlerin süresiz olarak ötesine geçebilir ve geçebilmelidir. Eğer savunmaya çalıştığım öz, bir noktada öldürmeye niyetlendiğim kişiyle ilişkiliyse, o ilişkiye şiddet uygulamamaya dikkat etmeliyim, çünkü aynı zamanda o da benim. Daha ileri bir noktaya gidilirse: Aramızdaki sosyal bağı kırdığım için o kişiye saldırarak, kendime de saldırıyorum. Bu şekilde görürseniz, şiddetsizlik sorunu farklı görünür.

Kitaptaki bazı yerlerde, şiddetsizliğin mutlak ilke olmadığını ya da kimsenin öz savunma hakkının olmadığını -sizin yalnızca yeni bir yol gösterici ilkeler serisi önerdiğinizi söylüyorsunuz. Her seferinde bu uyarıyı yaptığınızda, kendimi biraz hayal kırıklığına uğramış buldum. “Ben öz savunmaya karşıyım, ama kimsenin öz savunma hakkı yoktur” deyişiniz, bu argümanınızı zayıflatmıyor mu?

Eğer bir pozisyon olarak şiddetsizliğe dair mantıksal bir açıklama verseydim, beni olduğum -ya da olmak istediğim- filozoftan çok daha uygun bir hale getirirdi, o zaman bütün olasılıkları göz ardı etmek mantıklı olurdu. Ancak bizim şiddetsizlik için yeni mantıksal açıklamalara ihtiyacımız yok. Biz aslında şiddet ve şiddetsizliğe farklı bir çerçeve içinde soru sormalıyız, bu soru, “Ne yapmam gerekir?” olmamalı, “Ben başkalarıyla ilişkideyken kimim ve o ilişkiyi nasıl anlıyorum?” olmalı.

Sosyal eşitlik bir çerçeve haline geldiğinde, bireyler olarak her türlü durum için tamamıyla mantıksal, tutarlı, bütüncül ve kapsayıcı pozisyonlar almak üzerine düşüneceğimizden emin değilim. O zaman, dünyaya şiddetin daha az olduğu bir biçimde yaklaşabilmemiz olası; bu bize var olan öfkemizle, kızgınlığımızla, ölümcül duygularımızla nasıl birlikte yaşayacağımıza dair, topluluğun ya da ulusun sınırları dışında nasıl birlikte yaşayıp ve buna yönelik bağlılık göstereceğimize dair düşünme imkânı verecektir. Bence bu bir düşünme biçimi, bir etos —Sanırım “etos” kelimesini, devamlı istisnalar sebebiyle karıştırılan tamamen rasyonel bir sistem anlamında kullanmaktansa benim için daha anlamlı bir şey için kullanırım.

Ve bizden bu yeni çerçeveyi bireysel olarak kabullenmemeyi ama aslında başkalarıyla birlikte yeniden düşünmemizi istediğinizi -bu çerçeveyi benimsemenin bunu birbirine bağımlı şekilde yapmayı gerektirdiğini- söylemek doğru olur mu?

Ben öyle düşünüyorum. Daha az şiddetle, bir arada nasıl yaşayacağımıza dair siyasi uygulamalar geliştirmeliyiz. Hafife alınan ve şiddetli olarak tanımlanmayan hapishaneler ve hapis devletler dahil olmak üzere, kurumsal şiddet biçimlerini tanımlayabilmeliyiz. Bu, değerli ve değerli olmayan hayatlar arasında bu türden ayrımlar yapan kurumların ve politika dizilerinin, açık şekilde ortaya çıkarılması problemidir.

Şiddetsizlik hakkında oldukça beklenmedik bir şekilde, bir güç ve hatta “militan” ya da “agresif” gibi kelimeleri kullanarak konuştunuz. Bütün bunların nasıl bir arada olduğunu tanımlayabilir misiniz?

Bence birçok durum, şiddetsizliğin, kendinizdeki şiddetli duygulardan, isteklerden veya hayallerden kurtulmanız gerekirken, ruhun huzurlu bölgesinde yaşamayı içerdiğini varsayıyor. Ama beni ilgilendiren, yıkıcı olmadan efektif olabilecek davranış biçimlerine saldırganlık kazandırmak.

Neyin şiddet olduğunun sınırlarını nasıl tanımlıyorsunuz?

Fiziksel darbe, şiddetin ne olduğunu düşünmenin tek modeli olamaz. Açık politika veya ihmal yoluyla başkalarının hayatlarını tehlikeye atan -ve her türlü kamu politikasını veya devlet politikasını içeren- herhangi bir şey, kurumsal veya sistemik şiddet uygulamalarıdır. Düzenli olarak gerekli bir gerçeklik olarak kabul edilen cezaevleri, en kalıcı sistemik şiddet biçimidir. Çağdaş sınırları ve gözaltı merkezlerini, şiddetin açık kurumları olarak düşünebiliriz. Bu şiddetli kurumlar, toplumu daha az şiddetli hale getirmeye çalıştıklarını ya da şiddet içeren insanları sınırlardan uzakta tuttuklarını iddia ediyorlar. Bu tür meşrulaştırmalarda, “şiddet” in nasıl kullanıldığını düşünürken dikkatli olmalıyız. Şiddetle hedef alınanlar, şiddetle birlikte tanımlandıktan sonra, şiddet uygulayan kurumlar “Şiddet burada değil, oradadır” diyebilir ve istedikleri gibi zarar verebilirler.

Dünyadaki insanların, tam bir öfke halinde olmak için her türlü sebebi var. Bu öfkeyle birlikte, yaptığımız şey önemli. Öfke yaratılabilir -bu, bir tür siyaset sanatıdır. Şiddetsizliğin önemi, en barışçıl anlarımızda değil, ancak intikamın tam anlamıyla mantıklı geldiği durumlardadır.

Bunlar ne gibi durumlar?

Ailesi öldürülen biriyseniz ya da şiddetli bir biçimde evinden edilmiş bir topluluğun parçasıysanız. Bu öfke duygusunun ortasında, kişi farklı bir yol bulmak için başkalarıyla çalışabilir ve ben bunun şiddetsiz hareketlerde gerçekleştiğini görüyorum. Bunun Siyahların Hayatı Önemlidir’de gerçekleştiğini görüyorum. Bence feminist hareket, son derece şiddetsiz —nadiren o kategoriye konuluyor ama aktvitelerinin büyük bir kısmı şiddetsiz, özellikle cinsel şiddete karşı mücadele. Filistin savaş kolonizasyonunda şiddetsiz gruplar var ve Gandhi’nin İngiliz sömürgeciliğine karşı direnişi de dahil olmak üzere, antikolonyal mücadelelerin pek çoğu, çok önemli şiddetsiz hareketler tarafından öneriliyor. Savaş karşıtı protestolar, doğası gereği şiddet içermiyor.

Kitaptaki en çarpıcı bölümlerden bir tanesi, “sadizmin yasaklanmamış tatminlerinin bulaşıcı duygusu” olarak adlandırdığınız şey. Bariz ve kayıtsız yıkıcılık hakkında yazıyorsunuz. Bu cümleleri yazdığınızda, aklınızda neler vardı?

Trump’ın Netanyahu ve Erdoğan’ı izleyip izlemediği, herhangi birinin Bolsonaro’yu izleyip izlemediği, Bolsonaro’nun Putin’i izleyip izlemediği belirsiz; ancak bence bazı bulaşıcı etkiler var. Bir lider kendi ülkesinin yasalarına karşı gelebilir ve ne kadar güç elde edebileceğini test edebilir. Muhalifleri tutuklatabilir ve civar bölgelerde şiddet uygulayabilir. Bazı ülkeler ya da bölgelerden gelen göçmenleri engelleyebilir. Birdenbire hepsini öldürebilir. Pek çok insan bu tarz bir güç kullanımından, kontrol edilemez niteliğinden etkilenir ve kendi hayatlarında da agresif konuşmaya ve eyleme hiçbir kontrol olmadan sahip olmak isterler: Utanç yok, yasal sonuç yok. Bu özgürlüğü model alan liderleri vardır. Sadizm yoğunlaşır ve hızlanır.

Bence, pek çok insanın yaptığı gibi, Trump’ın beyaz üstünlüğünün aleni şiddetine izin verdiğini ve ayrıca herhangi bir kısıtlama duygusunu uzaklaştırarak polis şiddetini serbest bıraktığını düşünüyorum.  Birçok insan, hükümet liderlerinde yasaklanmamış, ters bir gerekçe olarak ahlaki bir sadizmi çağıran bir yıkım iradesinin somutlaştığını görmekten heyecan duyuyor. İnsanların başka bir şeye karşı heyecanlı olup olamayacağını görmek bize bağlı olacak.

Bu, şiddetin sınırının nerede bulunduğu soruma geri getiriyor. Örneğin, Trump’ın konuşmasını şiddet eylemi olarak tanımlayabilir misiniz? Kendisi, sınırdaki kimseyi durdurmadı ya da camiide kimseyi vurmadı.

Yönetici konuşma edimleri, insanları durdurma gücüne sahiptir, bu sebeple onun konuşma edimi, insanları sınırda durdurur. Başkanlık emri, garip bir konuşma edimidir; ancak kendisini, sadece belirli kelimeleri söyleyerek politika yapabilecek yarı kral veya egemen olarak konumlandırır.

Ya da tweet atmak.

Tweet bir tahrik olarak ama aynı zamanda sonuçları olan bir sanal saldırı olarak da etki eder; şiddete kamusal bir izin verir. Onu yasaların üzerinde konumlandıran bir çeşit yetkiyi modeller. Onu destekleyenler ve hatta onu sevenler, o bölgede onunla birlikte yaşamak isterler. Temsil ettiği hukukun üstünlüğü tarafından kontrol edilmeyen bir egemendir ve birçoğu bunun en özgür ve cesur kurtuluş türü olduğunu düşünmektedir. Ancak bu, tüm toplumsal yükümlülüklerden kurtuluştur; bireyin kendini yücelttiği egemenliğidir.

Bu güncel durumu, “fantazmagorinin politik olarak dolaylı formu” şeklinde oldukça güzel bir biçimde ifade ediyorsunuz.

Eğer silahsız ya da aslında kaçan ya da kanepede uyuyan ya da tamamen kısıtlanan ve nefes alamadığını söyleyen siyah kadınlar, erkekler, çocuklara karşı polis şiddeti hakkında düşünseydik; şiddetin açığa çıkmasının ve bu ölümlerdeki adaletsizliğin aleni olduğunu mantık çerçevesinde görebilirdik. Yine de polis şiddetini gösteren pek çok videoda, siyah kişinin korkunç bir şiddet eylemine karışacak biri olarak tanımlandığı görülüyor. Herhangi biri bununla nasıl ikna olur? Bir avukatın bu video belgelerine dayanarak sunduğu o argüman, hangi koşullarda ikna edici bulunuyor ve bir jüri ya da hâkim bu görüşü nasıl kabul edebiliyor? Bunu hayal edebilmemizin tek yolu, potansiyel şiddeti, siyah insanların siyahlıkları sebebiyle içlerinde taşıdıkları bir şey olarak anlamak. En azından pek çoğumuz için, bunların nedensiz, öldürücü şiddet vakaları olduğunu gördüğümüzde, jürilerin ve hakimlerin ve polis müfettişlerinin, polisleri defalarca temize çıkardığını görmek şok edici. Bu sebeple, bunu bir çeşit ırksal fantazmagori olarak yorumluyorum.

Açıklığa kavuşturmak adına söylüyorum, bu jürilerin şiddetsiz birine karşı şiddet uygulandığını gördüğünü ve suçlunun bırakılmasına karar verdiğini söylemiyorsunuz. Şiddeti, gerçekten algıladıklarını söylüyorsunuz—

—tamamen zaptedilmiş siyah bedende ya da tamamen kısıtlanan siyah bedende ya da onu şiddetle tehdit eden bir görevliden korkuyla koşarak kaçan bir siyah bedende. Ve eğer bir jüriyseniz —özellikle, siyah bir insanın kısıtlama halinde bile üzerinize atlayıp, sizi aniden öldürebileceği düşüncesinin çok mantıklı geldiği bir beyaz jüriyseniz— bu fantazmagoridir. Bu bireysel psikopatoloji değil ancak ortak bir hayali olaydır.

Bu kitap nasıl meydana geldi?

Bu konu üzerine bir süredir çalışıyordum. Yas tutabilme problemi, insan hakları, boykot politikaları, şiddetsiz direniş şekilleri ile bağlantılı. Ama aynı zamanda soldaki bazı arkadaşlarım, Trump seçildiğinde, Avrupa’daki Nazilik ve İtalya ile İspanya’daki faşizm zamanlarında olduğu gibi şiddet bazlı bir hükümet devirme ya da şiddetle kurulan direniş taktiklerine gereksinim olan faşist bir zamanda yaşadığımızdan oldukça eminlerdi. Bazı gruplar, otoriter, neo-faşist yönetimin bu tehlikeli mevcut eğilimine karşı koyacak kadar, eninde sonunda yeterli güce sahip olacak, günümüzün yeni bir analizi üzerinden yükselecek olan yeni ittifaklar kurmak yerine, yıkımı öneriyordu.

Onaylanan yıkım olarak neyi gördüğünüze dair örnekler verebilir misiniz?

Çok basit bir şekilde: Sizi kışkırtmaya gelen faşistlerle fiziksel bir kavgaya girmek. Ya da işgal sırasında ve anti-faşist protestolarda Körfez Bölgesi’nde yaşandığı üzere, o işletmeleri kurmak için mücadele eden siyah insanlara ait olsa dahi, kapitalizmi dize getirmek için vitrinleri kırmak. Geçen Nisan ayında Şili’deyken, feminist hareketin solun ön saflarında yer alması beni çok etkiledi ve taktikler, stratejiler ve amaçlar üzerine düşüncelerde büyük bir fark yarattı. ABD’de, feminizmi her zaman ikincil bir konu olarak gören bazı erkeklerin, anti-feministliklerini dile getirirken sosyalizme karşı yenilenen ilgiden hareketle daha özgür hissettiklerini düşünüyorum. Tabii ki, bu durum bu şekilde devam etmek zorunda değil, ancak birincil ve ikincil izlenimler çerçevesine geri dönüş konusunda endişeleniyorum. Birçok toplumsal hareket on yıllardır buna karşı savaştı.

Şiddetle yüz yüze geldiniz ve bazı ülkelere seyahat ederken artık güvende hissetmediğinizi biliyorum. Ne oldu?

Genelde iki mevzu var, Filistin ya da toplumsal cinsiyet. Hangi yerlerde hangi konunun tartışmalı olduğunu anlamaya başladım. Anti-“toplumsal cinsiyet ideolojisi” hareketi, Latin Amerika boyunca yayıldı, ulusal seçimleri etkiledi ve cinsiyet ve toplumsal cinsiyete dair azınlıkları hedef aldı. Toplumsal cinsiyet için çalışanlar, genellikle “zalim” ya da “şeytanlar” diye iftiraya uğradılar.  Şeytan resmi çok kullanıldı, benim için bu oldukça zor çünkü kısmen Yahudi aleyhtarı olarak hissettiriyor. Bazen bana trans gibi davrandılar ya da benim trans mı lezbiyen mi ya da ne olduğuma karar veremediler ve alelacele yapılan çalışmada 1950’lerden beri kategorinin faal olduğu görülse dahi, otuz yıl evvelki toplumsal cinsiyet fikrini tanıtan çalışmamı temel aldılar.

Sizi trans olarak gördüklerini nereden biliyorsunuz?

Brezilya’da, beni yaptıkları bir heykelin üzerine pembe bir sütyen takmışlardı.

Heykel mi vardı?

Evet ve o heykeli yaktılar.

“Pembe sütyen” bu hikâyenin ana başlığı olarak görünmüyor mu?

Ancak düşünce, sütyenin benim kim olduğumla uyuşmamasıydı, bu yüzden daha maskülen bir temelden, pembe bir sütyeni beni bir drag olarak tasvir etmenin bir yolu olarak düşünüyorlardı. Bu biraz ilginçti. Biraz da korkunç.

Buna fiziksel olarak tanık oldunuz mu?

Ben kültürel bir merkezin içinde korundum ve dışarıda kalabalık vardı. Sağ kanat Hristiyanlara karşı çıkan grubun daha kalabalık olduğunu söylemekten gurur duyuyorum.

Korktunuz mu?

Korktum. Gerçekten iyi bir korumam vardı, daha sonra arkadaşım olarak kaldı. Ancak sokaklarda tek başına yürümeme izin yoktu.

Hadi, “toplumsal cinsiyet ideolojisi” düşüncesini gözden geçirelim, çünkü herkes bu olguya hâkim değil.

Bu çok büyük.

Katolik, aşırı Protestan ve Batı Ortodoks kiliselerine ait gruplar tarafından öne sürülen düşünce, Yahudi, Marksist-Frankfurt Okulu-Judith Butler komplosunun, cinsiyet rollerinin değişmezliğini sorgulayarak aileyi yok etmeye dair bir kumpas kurduğuna ve bunun beyaz insanların soyunun tükenmesine sebep olacağına dayanıyor.  

Toplumsal cinsiyet performativitesi düşüncesinin anlamını, hepimiz istediğimiz cinsiyeti seçmekte özgürüz ve doğal bir cinsiyet yok gibi kabul ediyorlar. Bunu hem erkek ve kadına Tanrı tarafından verilen karaktere hem de heteroseksüel evlilikte birbirlerine eşlik ettikleri, görünürde doğal, sosyal forma karşı bir saldırı olarak görüyorlar. Ancak bazen, “toplumsal cinsiyet” ile basit bir biçimde cinsiyet eşitliğini, ki bu onlar için erkeğin iktidarı elinde tutması için gerekli hiyerarşiyi sağlayan aileyi yok eden bir şey, kastediyorlar. “Toplumsal cinsiyeti” aynı zamanda trans hakları, gey hakları ve yasalar altında gey eşitliği olarak da algılıyorlar. Gey evlilikler özellikle onlar için korkutucu, “aileye” karşı bir tehdit olarak görülüyor ve geylerin, lezbiyenlerin evlat edinmesini çocuklara karşı cinsel taciz olarak algılıyorlar. “Toplumsal cinsiyet hareketine” ait olan bizleri, ne yapacağı konusunda sınırı olmayan, pedofiliye neden olan başıboş cinsel özgürlüğü temsil ve teşvik edenler olarak hayal ediyorlar. Bütün bunlar çok korkutucu ve akademisyenleri korkutmada başarı sağladılar; bazı durumlarda, programlar kapatıldı. Aynı zamanda onlara karşı aktif bir direniş mevcut ve şu an ben de onun bir parçasıyım.

Bu ne kadar zamandır devam ediyor, dünyada varlığınızın bu özel aşaması?

Papa Francis’in yükselişinden evvel onun tarafından yürütülen, Papaya Ait Aile Konseyi, 2000 yılında “toplumsal cinsiyet” aleyhinde yazılar yayınladı. Bunun hakkında kısaca yazdım ama bunun dünya çapında iyi finanse edilecek bir kampanyaya dönüşeceğini hayal etmemiştim. Bu, hayatımı 2012 ya da 2013’te etkilemeye başladı.

Ve, onu bulmanın yanı sıra, söyleyebileceğim kadarıyla bazen de biraz eğlenceli—

Yok, hayır, bu korkutucu. Birkaç kez hayatımdan endişe ettim, Bahia [Brezilya] ve dünyadaki diğer bölgelerdeki bazı akademisyenler şiddetle tehdit edildi. Çevrimiçi izlediğiniz görüntü dahi eksik—onlar, toplumsal cinsiyet ideolojili insanlar bunu yaptı ve dolaşıma soktu çünkü onlar açıkça görüldüğü üzere kendileriyle gurur duyuyorlar. Göstermedikleri şey ise, ben güvenlik kontrol noktasına giderken el arabası ile arkamdan gelen o kadın. Bana o metal el arabası ile vuracağı sırada, bir dükkândan çıkan sırt çantalı bir genç erkek, el arabası ile benim arama bedenini koyarak müdahale etti ve yere düştü, kadınla fiziksel bir kavgaya girdiğini gördüğümde asansörle yukarı çıkıyordum. Arkama baktım ve düşündüm. Bu adam, fiziksel bütünlüğünü benim için feda etti. Kim olduğunu şu an bilmiyorum. Onu bulmak ve ona teşekkür etmek istiyorum.

Fiziksel şiddetle karşılaştığınız tek an mıydı?

İsviçre’deki bazı insanlar da cinsiyetler üzerindeki İncil otoritesine karşı öfkeliydi. Bu muhtemelen yaklaşık dört ya da beş sene evveldi.

Bütün bunları etkinizin bir işareti olarak görüyor musunuz?

Etkimin kötü bir işareti olarak görünüyor, buna göre çalışmam ve demeye çalıştığım şeyi anlamıyorlar. Pek çok sebepten çok korktuklarını görüyorum ama bunun benim etkimi gösterdiğini düşünmüyorum.

Peki bunun dışında, dünyadaki işinize dair nasıl hissediyorsunuz?

İnsanlarla iş birliği içinde çalışıyorum ve bundan, etrafta gezen ve bir şeyler ilan eden bireysel bir yazar ya da halk figürü olmaktan daha çok hoşlanıyorum. Latin Amerika’daki kadın hareketi ile bağlantım benim için önemliydi ve Avrupa’daki toplumsal cinsiyet çalışmalarındaki birkaç insanla çalışıyorum. Bu ülkeyi terk etmek, yeni bir bakış açısı elde etmeme, ABD siyasi söylemiyle ilgili neyin yerel ve sınırlı olduğunu görmeme izin veriyor ve sanırım, çalışmalarım eskisinden daha ulusaşırı olma eğiliminde.

Latin Amerika’daki iş nedir?

Mellon Vakfı’nda eleştirel teori programlarının uluslararası bir konsorsiyumunun düzenlenmesinde bağışçılardan biriydim. Eleştirel teori sadece Frankfurt Okulu anlamında değil, aynı zamanda içinde yaşadığımız dünyayı kavramaya, bu dünyayı bir dizi baskı ve eşitsizliğin üstesinden gelecek şekilde düşünmeye ve dönüştürmeye çalışan teorik yansıma olarak da anlaşılmaktadır. Genellikle akademik ve aktivist hareketlerle bağlantı kurarız ve birlikte toplumsal hareketler üzerine düşünürüz. Ni Una Menos -“Bir Kişi Daha Eksilmeyeceğiz”- özellikle kadınlara karşı şiddetle mücadele eden bu taban örgütlenmesi hareketi, benim için gerçekten etkileyiciydi. Bazen bu hareket, bir milyonu üç milyona çıkarabiliyordu. Kamu toplantıları ve grevler yoluyla çok incelikli bir şekilde ve toplu olarak çalışıyorlar. Çok şevkli ve akıllılar ve ayrıca korkunç gerçeklerin orta yerinde umut dolular. Ayrıca toplumsal cinsiyet çalışmaları programlarının kapatılmamasını savunan Avrupa ve diğer yerlerdeki arkadaşlarımla çalışıyorum -kendimize Toplumsal Cinsiyet Enternasyonal’i diyoruz.

Filistin işleriyle hâlâ ilgileniyor musunuz?

Eskiden olduğu kadar hayatımda merkezi değil ama bağlılığım hâlâ orada. İsrail, B.D.S.’ye (Boykot, Elden Çıkarma ve Yaptırımlar hareketi) desteğim sebebiyle [ülkeye] girişimi yasakladı, bu sebeple Filistin’le ittifak sürdürmek çok zor, İsrail bütün sınırları kontrol ediyor. Ben Barış İçin Yahudi Sesi ile çalışıyorum. Trump’ın her Yahudinin gerçekten ya da bir şekilde İsrail vatandaşı olduğunu söyleyen yeni Yahudi aleyhtarı [antisemitik] doktrini karşısında özellikle endişeliyim. Buna göre, Trump ve Netanyahu İsrail’in bütün Yahudileri temsil ettiğini söylemek istediği için, her türlü İsrail karşıtı söylem Yahudi aleyhtarı  olarak adlandırılabilir. Bu tarihsel olarak ve günümüzdeki haliyle bakıldığında Yahudi bir hayat için korkunç bir gerileme, ancak en korkutucusu yeni Yahudi aleyhtarı politika, kampüslerdeki Filistinli öğrenci gruplarının olduğu kadar Orta Doğu çalışmalarının baskılanmasına da izin tanıyor. Bilginin bastırılmasında devletin dahiliyetini, mülksüzleştirme, şiddet ve adaletsizliğe maruz kalanlar için şiddetsizlik formlarının ehemmiyetini önemseyen herhangi biri gibi benim de derin korkularım var.

Çeviren: Gaye Polat

Bu söyleşinin orijinali 09.02.2020 tarihinde The New Yorker sitesinde yayınlandı.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.