Butler siyasi yaşamı, şiddete açık olmamız, yaralanabilir olmamız ve yas tutma görevi ile bir arada ele alır: “Kim insan sayılır? Kimin yaşamı yaşam sayılır? Son olarak da, bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?”

Türkiye’de feminist hareket kadın bedeni ve emeğinin sömürüsüne karşı yıllardır mücadele ediyor. Bunun yanı sıra toplumun tamamı için yok edici olan meselelerde de gözünü budaktan hiç sakınmadı. Barış için mücadele etti, emekten yana durdu. Feminist yoldaşlarımla katıldığım toplumsal barış ve daha iyi bir yaşam mücadelesi alanlarını düşünüyorum da… Gerçekten aramızdaki kişisel ilişkiler ne düzeyde olursa olsun her birine saygım, sevgim bitmiyor. Hepsini saymak mümkün değil ama bazılarını anmak istiyorum. İstanbul’da yedi metre uzunluğundaki pankartla “Bombalar hayatlarımıza düşüyor” dedik. Köprüden, vapurdan, meydandan barışa ses olmaya çalıştık. Kukla başbakan Binali Yıldırım’ın dahi “keşke olmasaydı” dediği “proje” 15 Temmuz’dan sonra, Saraçhane’deki “demokrasi meydanına” gittik. Gebze’den kilometrelerce yürüdük İstanbul’a “adalet yürüyüşü”yle… Suruç’ta ve çevresinde savaşın yaralarına tuz olmaya çalıştık. Zeytinlik katliamına karşı Yırca’ya, abluka ve operasyonların lime lime ettiği kentlere gittik.

Önceki depremlerde olduğu gibi, feministler dayanışma kurmak için bu defa da yola koyuldu. Yol arkadaşlarımdan bazıları depremin daha ikinci gününde İslahiye’ye ulaştı, arama kurtarma çalışmalarına katıldı. Hani şu devletin olmadığı, parlamenter sistemi lime lime eden partinin başkanı CB zatın on gün ortadan yok olduğu günlerde. Askerin de kendisini “sınırları bırakalım mı” diyerek “savunduğu” şu kahrolsunlar bize ne yaşatıyorlar günleri…

Yüzbinlerce insan öldü. Kimsenin “resmi” açıklamalara inandığı yok. İnsanlar sevdiklerinin ölülerini aramaya, bir tas sıcak çorba bulmaya çalışırken şeytana ateş taşır gibi koşarak enkaz kaldırma adı altında, toprakları, ormanları yağmalayacak yandaş-tüccar-sömürücü inşaat projelerine harcadılar toplumun birikimlerini. Milyonlarca kişi karnında aşı, mezarında taşı yokken, çıplak, susuz, kimsesizken İstanbul gibi dayanışma seferberliğine girmiş büyük kentlerde tepkiyi ezmek için gidip dövizle biber gazına yatırım da yaptılar utanmadan. Kaynaklar gereken doğru yerlere, bilimsel, hak-hukuk temelli olarak kullanılmadığından deprem bölgelerinde yağışlarla da yeni can kayıpları devam etti. Neoliberalizm ve popülist sağcıların paramparça ettiği bir dünyada dahi, Türkiye muhalefeti kadar haklılığından yorulmuş az ülke bulunur. AKP elitleri çok özel seçki bir karabasan yaşattılar bu topluma. Cilt cilt neoliberal talan işkencesi ansiklopedisi olur. Bu konuyu burada bırakarak Arendt ve Butler’ı yanıma alıp savaş konusunda birkaç laf etmek istiyorum. Çünkü feminist eleştiri tarihinden de bildiğimiz üzere; şiddet, savaş, salgın, kıtlık, afet, ekonomik toplumsal çöküş ile kapitalist patriyarka göbekten bağlı.

Siyaset, savaş ve devrim

Lenin, 20. yüzyılın hal-i pür melalini “savaşlar” ve “devrimler” yüzyılı olarak muştulamıştı, Arendt’e göre de savaş ve devrim, çeşitli siyasi -izmlerden daha çok “yaşamış”tı. Dünya savaşları, topyekûn savaş “devrim sayesinde tüm insanlığın kurtulacağı”, “bağımsız ve eşit” olma umudunun tam karşısına dikildi. Neticede modern dünyamıza “en Antik olanından başka” pek de bir ülkü kalmadı, “tiranlığa karşı özgürlük ülküsü”.

Hannah Arendt’e göre özgürlük, devrimci geleneğe yapışık olmasına rağmen “devrimciler bile, özgürlüğü”, “daha çok alt-orta sınıf tarafgirliği seviyesine düşürmüşlerdir”.

Arendt savaş ve devrimleri incelerken siyasetin karakteristik ön koşullarından biri olarak gördüğü eski bir yanılsamayı hatırlatır: “normal seyrinde giden siyasi ilişkilerin, şiddetin hükmü altına girmeyeceğine” dair inanç (Arendt, 2012: 12). (Faşizm ve şiddet alegorisi olarak da okunan Veba romanında Camus bunu olanca çıplaklığıyla tartışmıştı.)

Arendt, siyaset ve şiddet ilişkisini incelemek için Yunan polis’ini, kent-devletini ele aldı. Antik Yunanlılar için siyasi yaşam kentin sınırlarından ve Yunan kentleri arasındaki ilişkilerden ibaretti ve bu sınır içinde şiddete değil “iknaya dayanan” bir yaşam şeklinin savunusuydu:

Atina’ya has “ikna”… [bu] geleneğe göre ölüme mahkum edilenler, baldıran otu içerek kendi kendilerini öldürmeye “ikna” edilir ve böylece bir Atina yurttaşı, fiziksel şiddete uğrayarak aşağılanmaktan kurtulurdu (Arendt, 2012: 12-13).

Arendt bu sınırın (Pers Savaşı hariç) tüm Yunan kentleri için geçerli olduğunu söyler. Yani politika bugün dış ilişkiler adı altında kavradığımız bir sınır ötesi alana kadar uzanmaz. Yunanlılar için polis’in duvarları dışında, sözcüğün Yunanca anlamıyla siyasal alan dışında, şu kural geçerlidir: ‘Güçlü olan sefa sürer, zayıf olan cefa çeker’ (Thucydides)”.

Arendt, savaşları yüceleştiren yahut gayrimeşru kılan değerin ne olduğu sorusunun peşinde Roma siyasetini inceler. Roma’da modern dönemdeki savunma/saldırı savaşı ayrımı söz konusu değildir. Livy’nin sözleriyle aktarır: “zorunlu savaş, haklı savaştır ve onlardan başka umut olmadığı yerde, silahlar kutsaldır”. Zorunluluk, “belli çıkarları koruma”, “yeni ve tehditkar güçlerin safına geçme”, “fetih”, “genişleme”, “yayılma”, “mevcut güç dengesine destek olma” gibi pek çok anlama gelir. Bu anlamda “zorunluluklar”, Roma siyasetinde “bir kararı”, “silah zoruyla yürürlüğe koymanın” bir yolu olmuştur (Arendt, 2012: 13).

Birinci Dünya Savaşının getirdiği toplu yıkım koşulları; saldırı savaşının suç, kendini savunma ya da geri püskürtme savaşının kahramanca görüldüğü bir anlam evreninin gelişebilmesine imkan verir. Savaş teknolojisinin ulaştığı radikal öldürme kapasitesi, nükleer yıkım tehdidi altında savaşlar caydırıcılık eksenine kayar.

Arendt’e göre “ya özgürlük ya ölüm” formülüyle kendi ölümünü savunan her fikir garabettir, “gülünçtür”. Komünizmdense ölürüm diye cepheye koşanlar kadar ölüm kölelikten yeğdir diyenlere benzer kuşkuyla yaklaşır. Ona göre bu “samimiyetsiz sloganların savunucularından şüphe etmemek zordur”. Çünkü birinciler kaybımız büyük değil, uygarlığımız her türlü yaşayacak demeye getiriyordur, ikincilerse insan doğasının değişmeyeceğine yani “özgürlüğün yeryüzünden sonsuza dek silinemeyeceği fikrine” tutunur. Birbirine taban tabana zıt bu iki fikriyat da kendini kandırmaktadır. Çünkü kendi önerdikleri şeylerden kaçmakta ve ciddiyetsizlik içindedirler (Arendt, 2012: 14).

Arendt, savaş ve “özgürlük” fikrinin yakınlaşmasını (savaş araçlarının yokoluş seviyesinde gelişmesi yüzünden) rasyonel bir şekilde hiçbir biçimde meşru kılınamayacak olan şiddeti mantığa uydurabilecek bir tür “deus ex machina” işlevi olarak yorumlar. Soru şudur, “umut vermeyen mevcut karışıklığın içindeyken, uluslararası ilişkilerde büyük bir değişikliğin olacağına, yani savaşın siyaset sahnesinden çekileceğine dair bir ışık görmek ve üstelik diplomaside radikal bir dönüşüm gerçekleşmeden ya da insan yüreğinde ve aklında içsel bir değişiklik olmadan böyle bir umudu yaşatmak, çok mu iyimser olur?”

Arendt, nükleer topyekûn yıkım tehdidi olmaksızın da savaşın her daim bir “ölüm kalım meselesi” olduğunu hatırlatır. Fakat bu politik bir ölüm kalımdır, “yani Birinci Dünya Savaşı’ndan beri, bütün yönetimlerin bir ayağı”nın çukurda olduğu gerçeği… Caydırma stratejilerinin “savaşa hazırlanıyormuş gibi yaparak savaşı kazanmaktan ziyade ondan kaçınmayı amaçladığı, buna erişebilmek için de eylemin kendisine yönelmeyip aslında hiçbir zaman uygulamaya konulmayacak bir tehdidi yaratmaya meylettiği” hakikati (Arendt, 2012: 15-17).

21.yüzyıl, savaşlar yüzyılı mı?

Aristoteles’ten beri bildiğimiz tanımla insan politik bir canlı, onu siyasi bir varlık kılan iki yönlü oluşu, bios politikos oluşu: praxis ve lexis*, yani eyleme gücüne ve “konuşma kudretine sahip” olması. Bu ikisi Yunan polis yaşamında aynı deneyime işaret eder. Arendt’e göre şiddet edimi ise sessizleştirendir. “Şiddetin mutlak hüküm sürdüğü yerde sessizleşen sadece yasalar değildir (Fransız Devrimi bunu les lois se taisent (yasalar sessiz kalıyor) şeklinde ifade etmiştir), her şey ve herkes sessiz kalmak zorundadır.” İşte tam da bu sessizlik nedeniyle şiddet, siyasi alanın kıyısında duran bir olgudur.

Arendt’e göre savaşlar ve devrimler yüzyılı olarak okunan 17. yüzyıl düşünürlerinin, yanıltıcı bir biçimde, politika öncesi bir durumun var olduğu iddiası, “doğa hali”, hiçbir zaman tarihsel bir gerçek olarak algılanmamıştı ve şiddet olgusuna bir nevi kılıftı. Ve “doğa hali” tasarımı; 19. yüzyıl “gelişme fikrinin”, “diyalektik bir hareket ve hatta olaylardaki ardışıklık ve uyum olarak” ele aldığında dahi anlayamayacağı bir iddiadır. “Doğa hali” esasında şu iddiaları varsayar: “insanların bir arada yaşadığı her yerde siyasal alanın kendiliğinden oluşmadığı” ve “siyasal olmayan ve hatta siyasete ilişmeyen olayların var olduğu” algısı.

Arendt’e göre, şiddeti yaşam (kamu hayatı, politika) için başlangıç alan laik ya da ilahi hikayeler özetle şunu pazarlar: insanlığın “geliştirdiği her kardeşlik, kardeş katlinden kaynaklanmaktadır; herhangi bir siyasi örgütlenmenin kökü ise suça dayanır”. “Doğa hali” ise başlangıçta “suç”un olduğunu iddia eden bu görüşlerin “teorik olarak sadeleştirilmiş ifadesi”nden ibarettir (Arendt, 2012: 19-22).

Nihayetinde, Arendt’e göre Antikite’den beri “güç politikası”na, her şey mübah anlayışıyla savaşlara iman edenler, öyle ya da böyle “artık hükmü olmayan ve yararsız bir uğraşın üstatları” olduklarını idrak etmek zorunda kalacaktır.

Savaş, kırılganlık ve yas

Judith Butler, ABD’nin 11 Eylül’ü bahane eden dış politikasını (saldırgan bir savaş çığırtkanlığına girişmesini) incelediği Kırılgan Hayat kitabında hepsi iç içe gömülü birkaç konuyu bir arada ele alır. Devletin entelektüelleri, eleştirel düşünce ve sesleri boğarak savaşa yaslanma kararını hakim kıldığını söyler. Sözün bu şekilde bastırılması ve hiçlenmesi (Arundhati Roy, Chomsky gibi enetelektüeller üzerinden örnekler Butler) esasında şiddeti siyaset hâline getirmenin bir yoludur. Peki şiddet, siyaset olduğunda ne olur?

Butler, şiddet sarmalından kurtulma amacıyla 11 Eylül saldırısının yol açtığı yıkım ve kederi başka türlü düşünmeye çaba gösterir, keder “siyasi olarak savaş çığlığından başka neye dönüştürülebilir?” diye sorar (Butler, 2005: 9).

Butler’a göre bir insan dünyaya geldiği ilk andan itibaren hem başkaya muhtaçtır (ilgi ve bakım olarak) hem de kayıp nesne deneyimiyle benliği kurulur. Bu psikanalitik çözümleme sonucunda Butler yaralanabilirliği, kırılganlığı, “Yaşamın kendisiyle ortaya çıkan ortak bir insan yaralanabilirliği”, “ben’in oluşumunu önceleyen” bir durum yani salt irademizle yok edemeyeceğimiz kurucu bir koşul olarak ifade eder. Eğer bu “kurucu koşulu” tartışmaya açıyorsak ya budala ya tehlikeliyizdir (Butler, 2005: 46).

Butler’a göre yaralanabilirlik her türlü oluşa öncedir. Yaralanabilir oluşumuzun kabulü yalnızca kedere değil başka siyasi potansiyellere bu nedenle sahiptir. Yaralanabilirlik kavramı gücünü benden başkalarının da olduğu ve “anonim ötekilere” temelden bağlı olduğumuz sezgisinde bulur ve bu bağımlılık irade ile ortadan kaldırılabilecek bir koşul değildir. “Hiçbir güvenlik önlemi bu bağımlılığı önleyemez. Egemenlik iddiasıyla uygulanan hiçbir şiddet eylemi dünyayı bu gerçekten arındıramaz.” Bağın önceliği ve yaralanabilir oluşun önceliği emperyalist savaşların öne sürdüğü “radikal kendine yeterlik”, “dizginsiz egemenlik” söylemlerini kesintiye uğratır. Küresel süreçler söz konusudur ve “nihai bir denetim” ne mümkündür ne de Butler’a göre “nihai denetim” “nihai bir değer” olabilir. Yaralanabilirliği, kırılganlığı düşünmek ve kendinden menkul egemenlik söylemlerini nihai değer gibi görmemek siyasi ve etik sorumluluklarımızın temelini oluşturur (Butler, 2005: 10).

Butler siyasi yaşamı, şiddete açık olmamız, yaralanabilir olmamız ve yas tutma görevi ile bir arada ele alır: “Kim insan sayılır? Kimin yaşamı yaşam sayılır? Son olarak da, bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?” Kırılganlığın temelinde yaralanabilirlik ve kaybın önceliği ve şiddet tehdidine açık oluşumuz vardır; temelinde toplumsal bedenler olmamız, başkalarıyla bağlarımız ve bağlanmamızın kaybetme ihtimaliyle sarmalanmış olması yatar (Butler, 2005: 35-36).

Freud’un yas anlayışından da Hegel’in tanıma anlayışından da farklılaşır Butler’ın düşünüşü. Freud, bir şeyi kaybettiğinde tam olarak neyi kaybettiğini bilemeyen kişinin düştüğü inkar hâlindeki narsist yasa melankoli demiş ve kaybın kabulüyle deneyimlenen yas hâline başarılı yas diyerek yasla ilgili temel bir ayrıma gitmişti. Butler bu kayıp fikrini önemsemekle birlikte “bağ”ı “öngörülemezliği”, “ilişkiselliği” öne alarak “Sensiz ben kimim?” (Butler, 2005: 38) diye sorabilen farklı bir yas anlayışını yeni bir siyasal imkan olarak okur:

Belki de insan daha ziyade yaşadığı kayıp nedeniyle -muhtemelen sonsuza dek- değişeceğini kabul ettiğinde yas tutar. Belki de yas, sonucu tümüyle önceden kestirilemeyecek bir dönüşüm geçirmeye razı olmakla (belki de dönüşüm geçirmeye boyun eğmekle demeli) alakalı bir şey. Kaybetmek var, onu biliyoruz, ama bir de kaybın dönüştürücü etkisi var ve bu etki haritası çıkarılabilir ya da planlanabilir bir şey değil (Butler, 2005: 37).

Butler’ın “Bu gerçekle yüzleşelim artık” dediği varoluş halimiz özetle şudur: “Birbirimiz tarafından çözülürüz. Ve eğer çözülmüyorsak bir şeyler eksik demektir” (Butler, 2005: 38).

Özerk beden talebi bir hak olduğu kadar Butler için bir yanılsamadır da; burada bir çelişki değil, bir imkan söz konusudur. Bedenim hem benimdir hem değildir, daha en başından ötekilerin dünyasıyla dolanıktır, ötekinin izlerini taşır, toplumsallığın potasında harmanlanır, tekilleşme, bireyleşme bir varsayım değil, bu anlamda bir “başarıdır”. Şiddet ise “bedenler olarak kendimizin dışında ve birbirimiz-için olduğumuz” “o ilksel bağın” sömürülmesidir. (Butler, 2005: 41-42) Birinci Dünya, yükselttiği duvarlarla kendini özerk sandığı durumu yaratarak, yaranın küresel dağılımının radikal bir eşitsizliğine yol açarken aynı zamanda “yolumuzu bulmamızı sağlayacak en önemli kaynaklardan birini ortadan kaldırmaktadır” (Butler, 2005: 45).

Savaş ve yıkım söylemleri, yalnızca basitçe insanlıktan çıkarmaya yol açmazlar, gerçeklikten çıkarma girişimidir; gerçeklik kaybı insan idrakinin sınırlarını çizer, aynı zamanda bir ölüm ölüm bile sayılmaz hale gelir, egemen anlatılar içinde eriyip gider. Butler’a göre nihayetinde “yaşamın yası tutulamıyorsa pek de yaşam” sayılmayacaktır. Yas hiyerarşisi ve yasağı olarak sorguladığı bu durumu, ABD savaş-dış-politikasında vahşice öldürülenler, Filistinlilerin adının dahi kamusal alanda yer almaması üzerinden eleştirir. Bu insanlık dışına itme söyleminden öte “askeri şiddetin gerçeklik dışı” bırakma ‘hedefleri’ne nasıl hizmet ettiğini sorgulamalıyız. Butler’a göre ABD ya da yanlılarının öldürdüğü kişileri ölüden saymaması, kaybın gerçeklikten çıkarılması, genelleştirilmiş bir melankoli buyruğudur (Butler, 2005: 49-52). İç içe gömülen meseleler: yaralanabilirliğimiz insanlaşmaya bir önkoşulken insanlaşma “tanıma normları”yla farklı şekillerde gerçekleşir, sonuçta yaralanabilirliğin bir insan özneye atfı tanınma normlarına bağlanır. Hegelci tanınma mefhumunda ötekinin karşılıklı tanınmaya duyduğu ihtiyaç ortaktır ve “tanınma mücadelesinde”, “kendi varlığında ısrar edişi” ortaya koyar. Butler bu tanınma kavrayışından da ayrıldığını “çünkü varolmak için bağımlı olduğum ‘sen’ ile aynı olduğumu keşfetmeye” vardırmak istemediğini söyler. Özetle, mevcut meşru kılınan kamual yas türleri insan olanı kuran normları gösterir. Yani “yasını tuttuklarım tarafından olduğu kadar ölümlerini görmezden geldiklerim tarafından da kuruluyorum demektir” (Butler, 2005: 57-60).

Hasılı şu; savaş, şiddet, sessizleştirme ve yasın/kaybın inkârını bir tür siyasi alan dışına itme olarak bir arada düşünmek zorundayız. Halbuki yaşam daima politiktir. Politikayı bile isteye konuşma sınırının dışına, şiddet alanına itenler yalnızca baskıcı değil aynı zamanda her şey mübahcı yıkım siyasetçileri. Üstelik on bir ili birden yıkan depremde gördük ki Türkiye’deki neoliberal popülist sağcılar yalnızca ölüm siyaseti de gütmüyor. Hayatta kalanlar kadar ölmüşlere de işkence eden çürümüşlüğü siyaset ve yaşam diye pazarlıyor. İşkenceciliği normalleştirmeye çalışan bu sömürgeci zihniyet dünyasından kurtulmanın, bu siyaset dışına sürükleme dayatmasından çıkmanın yolu narsistik inkâr ve suskunluk mengenesinden kurtulmak. Savaşa ayrılan tüm servetin toplumsal her alanda barışın inşasına ayrılmasını savunmak.

*Aristotelesçi ifadesi ile insanın bios politikos (politik yaşam, kamu hayatı), insani meselelerden doğan eylem (praxis) ve konuşma/söz (lexis) unsurlarından oluşur ve insan yaşamını ölümlülük sınırına taşıyan bu özellikleridir.

Kaynaklar

Arendt, Hannah. Devrim Üzerine. (Çeviren: Onur Eylül Kaya). İletişim Yayınları: İstanbul. 2012.

Butler, Judith. Kırılgan Hayat Yasın ve Şiddetin Gücü. (Çeviren: Başak Ertür). Metis Yayınları: İstanbul. 2005.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.