İklim adaleti talebi, toplumsal cinsiyet kadar, azınlık hakları, mülteci hakları, emek, yoksulluk gibi çok boyutlu talepleri bütüncül olarak içeriyor. Diğer bir deyişle, iklim adaleti kimseyi arkada bırakmayan küresel ve acil bir talep.

Dünya Meteoroloji Örgütü’ne göre, geride bıraktığımız 10 yıl dünya tarihinde en sıcak on yıldı. Küresel yüzey sıcaklıkları, sanayi devrimi öncesi döneme göre 1,2 derece daha sıcak.

Bilimsel araştırmalar, endüstri öncesi zamanlardaki sıcaklığa kıyasla 2 derecelik bir artışı, küresel ortamda tehlikeli ve muhtemel felaket değişikliklerin ortaya çıkma riskinin daha yüksek olduğu eşik olarak tespit etti. Bu nedenle uluslararası alanda, ısınmanın 2 derecenin altında tutulması gerektiği kabul edilmiştir.

Kuzeyde selleri, güneyde yangınları, yaşadığımız kentlerde nefesimizi kesen sıcak dalgalarına karşı tepkilerimizi artık küresel iklim krizine karşı mücadele etrafında toplamak zorundayız. Bu kriz küresel, uzak coğrafyalarda yaşanmıyor, bilimsel bir belirsizlik içinde değil. Kriz evimizin, gündelik yaşamımızın merkezinde, bilim dünyası krizin varlığı ve neler yapılması gerektiği konusunda uzun süre önce ortaklaştı ve bu kriz durdurulmazsa etkileri çok yakın bir gelecekte felaketler zincirine dönüşecek. Kutuplarda değil, burada yaşamımızın tam içinde; ormanlarda, İstanbul’da yaşadığımız sokaklarda, gıdamızın yetiştiği tarım alanlarında, kıyılarda…

Ormanlarda elinde bidonla orman yakan terörist aramak, gündem değiştirilerek siyasi sorumlulukların örtbas edilmesini sağlamak, siyasi ajanda gereği suçu başkalarına atmak yerine, orman yangınlarına karşı önleyici politikaları da içeren ülke genelinde iklim krizine karşı uyum politikaları adı verilen diğer bir deyişle tüm yaşamı krizin yıkıcı etkilerine hazırlamak ve küresel ölçekte iklim krizinin durdurulması için iklim değişikliğinin müsebbibi sera gazı emisyonlarının azaltımı konusunda kararlı politikaların hesabını sormak zorunda olduğumuz günler geldi.

Politik sorumluluk, hesap verebilirlik ve şeffaflık gerektiren her yakıcı olay gibi orman yangınları da toplumsal bir turnusol işlevi gördü diyebilir miyiz? Yalan haberler, sahte sosyal medya hesapları, siyasetsizlik söylemini yaygınlaştıranlar, suçu bireylerin karbon ayak izine atanlar; gündem değiştirmek, iklim krizine gözlerini kapamak ya da bu krizi toplumsal düşmanlıklar örgütlemek için fırsata çevirmek için her yola başvuruldu. Fakat kriz o kadar büyük, o kadar kişiler üstü ve küresel ölçekte can yakıcı ki, Türkiye’de toplumsal düşmanlık kurgulama oyunlarının bir parçası olarak göstermek zavallı çabalar olarak kaldı.

Birkaç yıl önce İstanbul’da yaz ortasında yumruk büyüklüğünde dolu yağışı olduğunda ve ciddi zararlara neden olduğunda büyük bir kesimin ortaklaştığı bir cümle vardı, “doğa bizden intikam alıyor.” Doğa kimseden intikam almıyor, doğanın maruz kaldığı yıkımın sonuçlarıyla yüzleşiyoruz.

Dolu, sel gibi özellikle ani ve somut olarak görülebilir, akut yıkıcı etki özellikleri olan olaylara karşı tepkiler Türkiye’de çoğunlukla yerelde yapılaşma, yerelde yapılan yanlış projeler üzerinden yorumlamak, kısacası meseleyi yerelleştirerek ifade etmek üzerine gelişti. Çünkü gözümüzle gördüğümüz üzerine konuşmak kolay. On yıllara yayılan bilim dünyasının küresel iklim değişikliğinin neden olacaklarına dair uyarılarının zamansal ve mekansal olarak uzaklığı, bu krizin öncelik olmasının önüne geçti. Hal böyle olunca, uzun bir tarihi olan kriz tüm somutluğuyla ve yıkıcılığıyla karşımızda olmasına karşın “bu kadar orman yangınını küresel ısınma ile açıklayabilir miyiz? Kim yaktı ormanları?” sorularının sorulduğu, suçlu arandığı bir cehalet ortamında kaldık. Çünkü onlara göre iklim krizi kutuplarda, kutup ayılarıyla ilgili bir şeydi belki de. Orman yangını elbette insan ile etkileşimden kaynaklanan bir nedenden de çıkmış olabilir. Ancak bu yangınların büyümesi, yüksek sıcaklıklar altında yanan yerlerin hızla genişlemesi ve eğer krize hazırlığınız yoksa yangının baş edilemeyecek düzeye gelmesinin nedeni iklim değişikliği. Aradığınız teröriste ulaşılamadı.

İklim değişikliği sadece, gündelik yaşamımızı etkileyen aşırı hava olaylarının meydana geldiği zamanlarda son birkaç yıldır kamusal gündem konusu olabildi. Bu durumun elbette haklılık payı olan nedenleri var. İnsan hakları ihlallerinin çok yoğun olduğu, kadınların, transların her gün öldürüldüğü, kent yaşamının betonarme alanlara hapsedildiği bir ülkede, yıkım sonuçlarının 2030’lar, 2050’ler gibi uzun bir gelecekte gerçekleşeceği ifade edilen, gündelik yaşamımızda -henüz- belirli ve somut olmayan iklim değişikliğine karşı toplumsal bir talebin güçlü ve geniş ölçekte yer almasına engel olan nedenler olduğunu düşünüyorum. Gözümüzle gördüğümüz, kulağımızla işittiğimiz meseleler, bilimsel çalışmaların uyarılarından hep daha öncelikli oldu. Dolayısıyla, Türkiye hâlâ 2015 yılında kabul edilen, devletlere sera gazı emisyon azaltım ve iklim değişikliği ile mücadelede kararlı bir rota sunan, küresel sıcaklık artışının 1,5 derecede tutulması amacını içeren Paris İklim Anlaşması’nı Eritre, Libya, Irak, İran ve Yemen ile birlikte onaylamayan altı ülke arasında olabiliyor.

İklim krizinin yok oluşa dönüşmemesi için eylem planı açık: Küresel sıcaklık artışını 1,5 derecede tutmak için küresel boyutta karbon emisyonlarının azaltımı. “Referans senaryo” olarak ifade edilen, yani hiçbir önlem alınmazsa, halihazırdaki yürüyen normal senaryolarda, küresel sıcaklıkların 4 derece artışa kadar ulaşması bekleniyor. Bunun anlamı ise, buzulların erimesi, deniz seviyesinin yükselmesi, kasırgalar, tsunamiler, kara ve deniz biyoçeşitliliğinin yok olması, seller, dolu, fırtınalar, kuraklık, su krizi, sıcak dalgaları. Türkiye, uluslararası alanda sadece Paris Anlaşması’nı onaylamayarak değil aynı zamanda azaltım senaryosu olarak verdiği taahhütlerin son derece yetersiz olması ve dünyadan kopuk bir şekilde kendi başına hareket etmesi ile de iklim kriziyle mücadelede eleştirilen ülkeler arasında.

Günlerdir söndürülemeyen orman yangınları, krizin neden olduğu, katkı sağladığı felaketlere de kelimenin tam anlamıyla hiçbir hazırlığımızın olmadığını acı ve yıkıcı bir şekilde gösterdi.

Bunun küresel bir kriz olduğunu akılda tutarak, krizin sorumlularının özellikle sanayisi gelişmiş ülkeler olduğuna da vurgu yapmak ve neden oldukları emisyonların miktarlarına bakarak hangi ülkenin ne kadar tarihsel sorumluluğu var sorusunu da yükseltmek önemli. Bu küresel krizde, Almanya’da, Belçika’da sel felaketleri, ABD’de yangınlar, aşırı hava olayları yaşanırken küresel ölçekte, krizi önlemeyenler, krizin oluşmasında işbirliği yapan neredeyse tüm devletlerin, krizin sonuçlarına da hazır olmadığını görüyoruz.

İklim krizinin reddi

İklim değişikliği konusunda tarihsel ana akım tartışma, iklim değişikliğine inananlar ile reddedenler etrafında şekillendi. İklim değişikliğinin reddi, krize karşı uluslararası hukuken bağlayıcı politikaların üretilmesine engel oldu, yapılan birçok anlaşma uygulanmadı, uluslararası toplantılar sonuç vermedi. İklim değişikliği ile mücadele müzakerelerinin on yıllara dayanan ve sadece hayal kırıklığı olan bir tarihi var. Devletler kendi ülkelerinin fosil yakıtlara göbekten kalkınma politikalarından ödün vermeyerek krizi evimize getirdi.

David Harvey, karmaşık ve karşılıklı etkileşim halinde olan küresel sorunlar ile ilgili kimin konuştuğu ve çözüm önerdiği sorusuna yanıt ararken, küresel çevre sorunlarına ilişkin uluslararası toplantıların hiçbir sonuç vermediğine ve adeta eyleme geçmenin imkansızlaştığına dikkat çekmekte. İklim değişikliği ile mücadelede genel olarak ne yapılması gerektiğinin bilinmesine karşın, kâr paylarını, rekabet konumlarını ve ekonomik güçlerini tehdit eden önlemlerin alınmasını isteyen sermaye ve bazı kapitalist ülke yönetimi ve devlet aygıtının uzun süredir bu uluslararası girişimleri etkisiz hale gelmiştir.

İklim krizinin reddi konusunda en büyük lobinin, krizin sorumlusu olan devasa fosil yakıt şirketlerinin olması şaşırtıcı değil. İklim değişikliğinin nedenlerine ilişkin uzun bir tarihsel sürece yayılan bilimsel çalışmaların bir kısmı fosil yakıt şirketlerinin finansal kaynaklarıyla, bu şirketlerin menfaatleri ile doğru orantılı sonuçlar üretecek şekilde yapılmıştır. Fosil yakıt şirketleri, kendi iklim değişikliğinin nedenlerinin fosil yakıt kullanımına bağlı olduğu savının doğruluğunu sarsmak için, birçok faaliyette bulunmuştur. Buna ilişkin en çarpıcı tarihsel örneklerden biri, “Oregon İmza Kampanyası (Oregon Petition)” olarak bilinen kampanyadır. 1998 yılında, iddialara göre sayısı 30000 olan imzacı bilim insanı, insan kaynaklı küresel ısınmanın gerçek olmadığını deklare etmiştir. Kampanya, cumhuriyetçi bir siyasetçinin kurucusu olduğu Oregon Bilim ve Tıp Enstitüsü tarafından başlatılmış ve kampanya talebi olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin Kyoto Protokolü’ne taraf olmaması dile getirilmiştir. Bu kampanya ve kampanyayı başlatan enstitü daha sonra, dünyanın en büyük fosil yakıt şirketlerinden biri olan Exxon Mobile’in kurucularından ve finansörlerinden olduğu, George C. Marshall Institute (bu kuruluş uzun bir tarihsel süreç içinde, iklim değişikliğinin reddi konusunda çalışmalar yapmıştır) ile işbirlikleri kurmuştur.

İklim değişikliğinin mevcut olduğu ve insan kaynaklı olduğu (fosil yakıtlar) konusunda güvenilir ve bağımsız bilimsel araştırmaların %97’sinin ortaklaşmasına rağmen devletlerin ve fosil yakıt şirketlerinin çabalarıyla iklim değişikliğini görmek için gerçekten de felaketlerin ardı arkasının kesilmediği bir kriz döneminin başlaması gerekti.

Küresel iklim değişikliğinin küresel alandaki en büyük tehdit olduğuna dair geniş uluslararası mutabakatlara rağmen İngiltere, Londra merkezli bir araştırma kurumunun, yaptığı araştırma sonucunda, iklim değişikliği ile mücadeleye karşı fosil enerji endüstrisinin faaliyetleri hakkında oldukça çarpıcı bulgular ortaya çıkmıştır. Bu araştırmaya göre, halka açık en büyük beş petrol ve doğalgaz şirketleri olan Exxon Mobil, BP, Dutch Shell, Chevron ve Total’in, Paris İklim Anlaşması’nın kabul edildiği 2015 yılından itibaren üç yıl içinde, iklim değişikliği ile ilgili yanıltıcı bilgilendirme ve algı üretimi için bir milyar dolar tutarında bir bütçeyi lobicilik faaliyetleri için harcadığı ifade edilmektedir. Geçtiğimiz günlerde, BP Türkiye, bir yardım derneği ile işbirliği yaparak “orman yangınlarının yaralarını sarmak” için bir milyon türk lirası bağışladıklarını açıkladı. Bu miktar, iklim değişikliğine ilişkin bilimsel gerçekleri eğip bükmek için harcadıkları bütçelerin kırıntısı bile değil. Oysa tüm dünyada artık petrol şirketleri, halkların, bireylerin, toplulukların, çevre örgütlerinin iklim krizinden sorumluluk davalarıyla karşı karşıya. Elbette bu şirketler neden oldukları zararı ödeyecekler. Ancak bu ödeme, göstermelik bütçeler ve vitrin kampanyalarla değil, iklim adaletinin gerektirdiği ölçekte olacak.

Türkiye’de ise Akdeniz bölgesinde başlayan ve günlerdir söndürülemeyen yangınlar sırasında iklim krizinin reddinin farklı versiyonları ile karşılaştık. Reddedenler tarafında devasa fosil yakıt endüstrisi yerine, son yıllarda agresif yatırım ve kalkınma hamlelerinin merkezinde doğa ile adları sadece doğayı yok eden projeler aracılığıyla bir araya gelen şirketlerin fidan bağışlaması, sosyal medyada bot hesapların açılması ve bu hesapların ırkçı saldırılara fırsatçı bir yaklaşımla orman yangınlarının faillerini klavye başından hızla tespit edebilmiş olmaları, tüm Türkiye’nin yardımseverlik zemininde buluşarak, yangınlar daha sönmeden fidan kampanyalarına odaklanması gibi çok farklı veçhelerini gördük.

İklim değişikliği ile mücadelede ne yapılması gerektiği onlarca yıldır bilinmesine karşın, kâr paylarını, rekabet konumlarını ve ekonomik güçlerini tehdit eden şirketler ve devletler harekete geçmedi. Ülkemizde ise, ormanlarımız yanarken, miadını doldurmuş ve çoktan emekli olması gereken termik santrale yaklaşan yangınlar nedeniyle, termik santralin olası patlama ihtimallerine karşı insanlar bölgede ve de Twitter’da adeta nöbet tuttu. Türkiye’de çevreyi mahveden projeleriyle ünlü şirketlerin fidan bağışı ve iyi dilek mesajlarını gördü. Yangın söndürme uçağı neden yok diye sormak sansür konusu yapıldı.

İklim krizi ve Akdeniz’deki orman yangınları deyince birbiriyle çok da bağlantılı değil ya da nedensellik bağı doğrudan kurulamıyor gibi geliyor. Neyse ki artık bilim ve teknoloji, bu bağları daha net bir şekilde kurabilmemiz için bize olanaklar sunuyor. Bilim iklim krizinin en büyük sonuçlarından birinin sıcak dalgaları olacağını söylüyor. Sıcak dalgaları, yeşil alanların çok az olduğu mega kentleri ısı adasına dönüştürüyor ve bu sıcakları normalde daha yüksek derecede hissediyoruz. Ormanda bir yangın çıktığında, artan sıcaklar nedeniyle, yangınların söndürülmesi zorlaşıyor, yanan orman alanı genişliyor ve yangınlar yerleşim alanlarını etkilemeye başlıyor. Kriz kendisini aşırı hava olayları olarak gösteriyor.

İşte Bu Her şeyi Değiştirir adlı kitabında, Naomi Klein, iklim değişikliğinin bankaların iflas etmesinden ya da binaların yıkılıp çökmesinden çok daha büyük, geniş çaplı bir yıkım sonucu daha fazla insan hayatını ortadan kaldırma riskine rağmen, siyasetçilerin, dünya liderlerinin karşı karşıya kaldığımız riski, tehdidi kriz olarak ilan etmekteki isteksizliğine dikkat çeker. Klein’a göre, kriz ilan etmemek, harekete geçmeyi yavaşlatma amacına hizmet etmektedir.

Hal böyleyken, uluslararası alanda, kriminolojide yeni bir akım devlet ve şirketlerin birlikte hareket ettiği ortak işlenen bir suç olarak iklim suçlarını tartışmaya başladı. İklim değişikliği bağlantılı adalet sorunu çerçevesinde, devlet ve şirketlerin birlikte işledikleri suçların niteliği ve dinamikleri tartışılıyor. Bu denklemde failler ve iklim değişikliğine karşı politika yapanlar aynı. Şirketler fosil yakıt yatırım kararları alırken, izin veren, yıkımlara dur demeyen, tedbir almayan devlet.

Devlet ve şirket arasında bu suçluluğa ilişkin etkileşim, küresel iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğunu reddetmek, sera gazı emisyonlarının azaltılmasını önlemek ve iklim değişikliğinin güvenli limitlerde tutulması ile bağdaşmayan eylemlerde bulunmak, küresel iklim değişikliğine karşı mücadele eden ve politika önerilerinde bulunan çevre gruplarını, bilim insanlarını dışlayıcı ve suçlayıcı söylemler geliştirmek, iklim değişikliği kaynaklı sosyal çatışmalara dünyanın geri kalanını dışlayarak cevap vermek olarak meydana geliyor.

Çevre adaletinden iklim adaletine

Türkiye’de özellikle 2010’lu yılların başından itibaren, özelleştirme ve serbest piyasa ekonomisinin gelişmesi yönünde kurgulanan stratejiler ve yasalar sonucu akıl almaz boyutlarda çevre yıkımı meydana geldi. Bugün orman yangınları ile aynı zamana denk gelmesi nedeniyle turizmi teşvik kanununun ormanları turizm alanı olarak düzenlemesine isyan ediyoruz ama 2010’ların başından itibaren, orman kanunu, ormanlık alanların, maden, enerji, turizm, yapılaşma gibi birçok nedenle kamu yararı olması halinde tahsisine izin veriyor. Bakınız Kaz Dağları.

Toprak Koruma Kanunu, tarım alanlarının, yine enerji maden gibi projeler için kamu yararı kararı alınması halinde, tarım dışı amaçla kullanılmasına izin veriyor.

Çevre Bakanlığı, ÇED kararlarında değerlendirici ve karar verici kurum olmaktan çıktı, Enerji Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı gibi diğer idarelerin projelerinin onaylayıcısı bir kurum haline geldi.

Muğla’da yangınların dibine kadar geldiği, patlama endişesi yaratan termik santral gibi miadı dolmuş ve çoktan emekli olması gereken en az 10 termik santral var.

Kentlerde yeşil alan kalmadı.

Bir yandan küresel iklim krizi şüphesiz şekilde daha beter hale gelirken, Türkiye’de sığınacağımız çevre de yok edildi. Hal böyleyken, koşullar artık, sadece kentimizde yeşil alanı, başka şehirde termik santrale karşı ormanı korumak şeklinde tekil ve yerel mücadeleden çıktı; çevre adaleti ihtiyacımız, iklim adaleti talebine dönüştü.

İklim adaletini talep eden küresel hareket, iklim değişikliğinin sosyal, sınıfsal, ekonomik, sağlık gibi başta kadınlar olmak üzere kırılgan grupların üzerindeki etkilerine dikkat çeker. İklim değişikliğinin neden olduğu kriz tüm alanlara sıçrar ve var olan eşitsizlikleri derinleştirir.

Kadınlar özellikle iklim değişikliğinin etkilerine güçlü bir şekilde maruz kalıyorlar. Dünyanın her yerinde kadınlar, siyasi ve ekonomik süreçlerden sistematik bir dışlanma içindeyken, iklim değişikliğinin, karar alma süreçlerine ve ekonomik kaynaklara erişimi daraltan etkileri nedeniyle, kadınlar katmerli bir ayrımcılık içinde kalıyor.

Bu alanda yapılan çalışmalar, kadınların çevre ve iklim değişikliği kaynaklı felaketlerden daha fazla ve farklı etkilendiği sonucuna varıyor. İklim değişikliğine ilişkin politika yapım süreçlerinde ise kadınların etkin temsili hâlâ bağlayıcı bir ilke olmaktan uzak. Örneğin, devletlerin Paris İklim Anlaşması uyarınca hazırladıkları eylem planlarına baktığımızda, toplumsal cinsiyet meselesine dair bir cinsiyet örüntüsü okuması yapabiliyoruz. 190 ülke tarafından sunulan eylem planlarından sadece 64’ünde toplumsal cinsiyet konusu gündem olmuş, hemen hemen hiçbir ülke iklim değişikliği ile mücadelede toplumsal cinsiyete duyarlı bütçe planlamasını gündem yapmamış.

İklim adaleti talebi, toplumsal cinsiyet kadar, azınlık hakları, mülteci hakları, emek, yoksulluk gibi çok boyutlu talepleri bütüncül olarak içeriyor. Diğer bir deyişle, iklim adaleti kimseyi arkada bırakmayan küresel ve acil bir talep.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.