Stratejik olarak kurgulanan idam tartışması, yeni bir cezalandırma yönteminin devreye alınmasından menkul olmayıp, koca bir hukuk sistemi değişikliğine, makro düzeyde siyasi tercihe, bu tercihlere mecbur bırakılmaya tekabül ediyor.

Yazının başlığı olan sorunun cevabını hemen vermek istiyorum. İdam tartışması, çocuklara karşı işlenen suçları görünmezleştirir, çocukları korumak için etkili mekanizmalarını, hukuk politikalarını, eylem planlarını konuşmamıza/konuşabilmemize izin vermez, suçun kendisini bulanıklaştırır, başka büyük bir gündemi tartıştırmak için çocukları araçsallaştırır, kullanır. Çocuklara karşı işlenen herhangi bir suç tipi bakımından, idam, kimyasal hadım gibi tarihte kalmış bedene yönelik acı çektirme, hayata son verme yöntemlerini konuşmanın kimseye faydası yok. Özellikle, yaşamlarını korumak istediğimiz çocuklara bir faydası yok, zararı var.

Öfke yaratan, “vahşet” ile işlenmiş suçlar kamuoyunda su yüzüne çıktığı an—yakma, tecavüz, istismar, işkence çektirerek öldürme gibi olaylarda—hemen sıkı sıkı tutulan ilk argüman idam ve kimyasal hadım oluyor. Yaşanan her olayda, biz çocuk istismarının, suçun, şiddetin önlenmesi için etkili politikalar, hukuk uygulamaları, kamu kurumlarının ihmalleri, nelerin yapılıp nelerin yapılmadığı üzerine konuşmak ve alınmayan önlemlerden dolayı sorumluluk hesabını yapmak, suçun önlenmesi politikaları üzerine daha çok konuşmak yerine, dayatılan bir idam gündemi içinde kendimizi buluyoruz. Öncelikle, çocukların hayatının korunması amacı bu tartışmayı hak etmiyor.

İdam tartışması yüzünden, “Çocuklara karşı suçlar nasıl önlenir? Hangi uygulamalar hayata geçirilmelidir?” sorularını soramıyoruz, cevaplarını konuşamıyoruz. İdam tartışması, bir öfke patlaması ve stratejik bir tartışma olarak iki hat üzerinden kendini konumlandırıyor.

Toplumsal olarak baş edilmesi çok güç, acı dolu olaylar karşısında, kısas hukuku yöntemleriyle, suç işleyenden intikam almak, öfke boşaltmak, aynı acıların bin mislini faile çektirmek bir çeşit rahatlama mekanizması işlevi mi görüyor? Kızgın, öfkeli kalabalık, böyle mi baş edebiliyor olanlarla? Birden sosyal medya mecraları “idam istiyoruz” talepleri ile yankılanıyor, imza kampanyaları açılıyor. Kızgın kalabalığın öfkesi dinince, herkes bu öfkenin yeniden ortaya çıkacağı bir sonraki vahşet dolu olayı beklemek üzere hayatlarına geri dönüyor. Bunun en güzel örneği, bu akıma kendini hızla kaptıran bazı ünlü kişiler. Yaşanan son olaylarda da hemen sosyal medyada idam istiyoruz dalgalanmalarına kapılıp on binlerce takipçisi ile tartışmaya dahil olan ünlü kişiler de, idam talebini kamusal olarak dillendirip, vicdanını rahatlattıktan, öfkelerini boşalttıktan sonra hayatlarına geri dönüyorlar.

İdam talep eden diğer bir kesim ise, bizzat politik olarak bunun taraftarlığını yapıyor. İdamın bir ceza hukuku kurumu olarak yeniden yürürlüğe girmesi, suç işleyen kişilerin yaşam hakkının, hakim karar verici iktidar/otorite tarafından elinden alınacağı tehdidi altında olması düzeninin gerekliliğini savunuyor. İktidarın, kişinin yaşam hakkı üzerinde, istemediği suçları işlediğinde (bu yasal düzenlemeye göre farklılık gösterebilecektir; cinsel istismar, çocuklara karşı suçlar, siyasi suçlar, terörizm vs.) sahiplik kurduğu mekanizmanın getirilmesini istiyor.

İlk olarak bahsettiğim, kızgın, öfkeli kalabalıklar ile ilgili belirtmek istediğim birkaç husus var. Ceza hukuku, kişilerin öfkesini, hırslarını yansıtabileceği bir alan değildir. Spesifik olarak olaylara göre, toplumun öfkesinin ne derece alçalıp yükseldiğine göre, ceza/cezalandırma sistemlerinin ölçüsüzce değişim gösterebileceği, kişilerin öfkelerini boşaltabileceği bir yapı da değildir. Ceza hukukunun amacı, suç işlenmesinin önlenmesidir. Bunun için de, her ülke suç ve ceza politikası belirler. İnsanlık tarihi boyunca, farklı toplumsal, siyasal ve tarihsel koşullar altında gelişim gösteren evrensel hukuk, suç ve ceza politikalarının, bir adalet teorisine dayanmak zorunda olduğunu kabul etmiştir. Suç ve ceza politikası, toplumun bir kesiminin çok öfkelenmesine, twitter’dan kaç kişinin “gaza gelip”, idam talep edip etmemesine göre belirlenemez. Ceza hukuku sisteminin esas almak zorunda olduğu adalet ilkeleri, modern hukuk sistemleri ve insan hakları tezine dayanır. Adaletin tesis edilmesi (bu kadar adaletsizliğin yaşandığı bir ülkede/dönemde bu anlatmaya çalıştıklarım naif kalsa da) kişilerin duygu durumu değişikliklerine göre belirlenebilir bir şey değildir. Adalet bu kadar öznel, subjektif olarak belirlenebilir olmadığı gibi, duyguların tatminini amaçlayan bir ilke de değildir.

Bu yüzden bu öfkeli kalabalık, olanlarla baş etme gücünü bulmanın çaresini arıyorsa, çocuk haklarının savunuculuğunu yapmak için ilgili bir sivil toplum kuruluşu çalışmalarını takip edebilir, hak temelli kurumlarda, gönüllü çalışmalar yapabilir. Çocuklara karşı suçun önlenmesi için, twitterda idam talep etmek yerine daha etkili, sonuçlarını görebilecekleri, “bir çocuğun hayatı (suça maruz kalan ya da suça sürüklenen çocuklar) için gerçekten nasıl mücadele edebilirim ve ne yapabilirim?” sorusunu sorup makullük seviyesinde davranışlarla harekete geçebilirler. Bilenler bilmeyenlere anlatsın. Alanda çalışan hak temelli sivil toplum kuruluşlarının bilgilerini, elden ele yayalım.

İdam tartışması, sadece bir öfke ile baş etme mekanizması olarak ortaya çıkmıyor. İdam, kısas hukukunun bizzat politik taraftarlığının yapıldığı, stratejik olarak kurgulanan bir tartışma aynı zamanda.

Türkiye’de idam, 2002 yılında, DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti döneminde Avrupa Birliği paketlerinden birinin çıkarılması ile kaldırıldı. 2003 yılında, AKP’nin iktidarında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin, idam cezasının kaldırılmasını öngören 6. Protokolü imzalandı. Bu protokolde yer alan “savaş ve yakın savaş tehlikesi zamanında işlenmiş fiiller” istisnası da, 2004 yılında, yine AKP’nin iktidarında imzalanan ve ölüm cezasını her koşulda yasaklayan 13. Protokol[1] ile kaldırıldı ve 2004 yılındaki Anayasa değişikliği ile idam cezasının istisnasız kaldırılması benimsendi. İdam cezasının kaldırılması ve yeni ceza kanunu, 2000’li yılların başında Avrupa Birliği’ne uyum süreci ajandasının en önemli gündemiydi. Türkiye ceza hukuku tarihi açısından da önemli bir kırılma noktasıydı.

1980’li yıllardan itibaren Türkiye’de ceza kanunu reformunu Avrupa Konseyi adına takip eden Silvia Tellenbach 2004 yılında, dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in de katıldığı bir ceza hukuku kongresinde şöyle söylüyor:

Yeni Türk Ceza Kanunu tasarısında, modern suç politikasının temel ilkeleri, hukuk devleti, kusur ve hümanizm ilkeleri doğrultusunda hazırlanmıştır.[2]

Gerçekten de yeni ceza kanunu büyük ölçüde evrensel hukuk ve insan hakları doktrininin bir örüntüsü olarak insanı merkezine alan bir ilkeler bütününü esas aldı. Bu, demokratikleşme dönemi olarak da ele alınan o dönemin iklimi ile uyumlu olması gereken bir durumdu. Türkiye’nin yüzünü demokrasi ve insan haklarına çevirdiği, Avrupa Birliği uyum sürecini hızlandırdığı bir dönemdi.

Yeni TCK, Avrupalı birçok siyasetçi, hukukçu tarafından da bu kırılma noktasını işaret eder bir perspektiften yorumlanmıştı. Münih Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku ve Genel Hukuk Teorisi Öğretim Üyesi Ordinaryüs Prof. Dr. Claus Roxin, “Yeni TCK ile Türkiye Avrupa’ya dahil oluyor,” demiş ve ceza kanunu reformunu, “Avrupa çevresinde iyi işleyen bir işbirliğinin varlığı” olarak değerlendirmişti. O dönem, kapsamlı bir ceza hukuku reformunun 6 aylık bir sürede gerçekleştirilmesinin çok kısa sürede, aceleyle yapıldığı tartışmalarına, “Yarım senelik bir süre, ceza hukuku reformu açısından çok kısa süredir. Ancak Türkiye’deki siyasi güçlerin Avrupa Birliği’ne uyum çereçevesinde yeni Ceza Kanunu’nu hızla çıkarmak istemesini de anlıyorum,”[3] cevabı ile, hukuk reformlarının, siyaset ile sıkı ilişkisine ve siyasi gelişmeler ile nasıl da doğru orantılı ilerlediğine atıfta bulunuyor.

2004 yılından bu yana, Türkiye’nin Avrupa yolculuğunun üzerinden hepimizin tanık olduğu çok sular aktı ve bugün her defasında, özellikle de darbe girişiminde bulunan kişiler ya da çocuklara karşı işlenen suçlar söz konusu olduğunda, idam tartışması gündeme getirilir, konuşulur oldu. İdam cezasını getirmenin, bütün tanınan, kabul edilen Avrupa hukuk sisteminden çıkılması anlamına geldiğini biliyoruz. Yani stratejik olarak kurgulanan idam tartışması, yeni bir cezalandırma yönteminin devreye alınmasından menkul olmayıp, koca bir hukuk sistemi değişikliğine, makro düzeyde siyasi tercihe, bu tercihlere mecbur bırakılmaya tekabül ediyor.

Bu stratejik tartışmanın yerini yapmak için, çocuk istismarı gibi kalabalıkları öfkeye boğan suç/suçlu profilinden daha uygunu yok. Vitrinde çocuk istismarı suçu işleyen suçluların idam edilerek vicdanların rahatlatılması varken, arka planda, sistemsel bir değişimin, bin yıl geriye yürümenin, yasa yapma gücüne sahip yasama otoritesinin belirli çoğunlukla istediği eylem hakkında idam kararı verme yetkisi ile adaletten uzak, tehdit, korku ve düşman hukukuna dönüşecek bir senaryo olmadığının güvencesini kim verebiliyor?

En yakıcı olan ise, bugüne kadar büyük siyaset, gündem içerisinde, çocuklara ve kadınlara karşı işlenen suçların araçsallaştırılması. Ne zaman hukuk devleti ilkesini aşındıran bir yargı paketi, yasal düzenleme olsa, hep çocuklara ve kadınlara karşı işlenen suçların cezalarının “sözde” ağırlaştırılması, bu hamlelerin saklama kabı oldu. Zira çocuklara karşı işlenen suçları önleme politikalarına, hukuk kararlarına baktığımızda, bu suçların bu kadar çok konuşulduğu, öfke, infial yarattığı bir ülkede, çok da iç açıcı bir tablo ile karşılaşmıyoruz. Tam da bu noktada çocuklarla ilgili neleri konuşmamız gerektiği hakkında derdimi anlatmak için birkaç soru ve sorunu dile getireceğim:

  • TÜİK verilerine göre Türkiye’deki tüm evlenmeler içindeki erken yaşta evlendirilen kız çocukları oranının %28 – %35 olduğu ve mutlak sayısının 181.036 olduğu yönünde ifadeler bulunmaktadır,
  • Türkiye’de adliye, mahkemeler sağlık alanı çalışanları gibi, kurumsal düzeyde, çocuk istismarı, ensest gibi vakaların ortaya çıkarılması konusunda nasıl bir kapasite arttırımı sağlanmaktadır?
  • Okullarda, kurum içinde, çocuklara, doğru ve yanlış dokunmayı öğretmek, istenmeyen yaklaşımlara hayır demeyi öğretmek ve bu durumla karşılaştığında olayı rapor edebilmesi için cesaretlendirmek konusunda nasıl bir eylem planı, koruma/önleme programı uygulanmaktadır? Böyle bir plan/program var mıdır?
  • Çocukların korunması, çocuklara karşı suçların işlenmesi konusunda makro politikalar nelerdir? Çocuklar ile ilgili politikalar hakkında spesifik bir bakanlık kurulması gündemde midir?
  • 2017 yılında kurulması gündeme gelen TBMM çocuk hakları ihtisas komitesi bugüne kadar neden kurulmamıştır?[4]
  • Erken yaşta evliliklerin önüne geçmek politikası bir yana, neden hâlâ bu konuda teşvik edici etkisi olan hukuk düzenlemeleri talepleri olabilmektedir?
  • Okullarda cinsel eğitim neden müfredetta yer almamaktadır?
  • Kurum içinde meydana gelmesi çok muhtemel cinsel istismar vakalarının açığa çıkarılmasında denetim mekanizması mevcut mudur? Nasıl bir eylem planı yürürlüktedir? Uygulama sonuçları nelerdir?

Sorular ve sorunlar uzayıp gider. Hepsi tek tek konuşularak, üzerine politika önerileri eklenerek, gerçek bir koruma ve suç önleme talepleri listesi oluşturulabilir. Böylece idam ve kimyasal hadım tartışmasının gizlediği konuyu, çocukları gerçekten korumanın ne olduğunu, ne anlama geldiğini, ne yapmak gerektiğini konuşabiliriz.

[1] Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 13 No’lu Protokol’e erişim için: https://humanrightscenter.bilgi.edu.tr/tr/content/63-avrupa-insan-haklar-sozlesmesine-ek-13-numaral-protokol/

[2] Hukuki Perspektifler Dergisi, Haklar ve Özgürlüklerin Ceza Kanunu reformlarına etkisi, Sayı 2, 2004.

[3] Hukuki Perspektifler Dergisi, Haklar ve Özgürlüklerin Ceza Kanunu reformlarına etkisi, Sayı 2, 2004.

[4] http://www.hurriyet.com.tr/egitim/cocuk-haklari-icin-meclise-yeni-bir-ihtisas-komisyonu-40650426

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.