Farklılık-eşitlik gerilimi feminist hareketi dinamik tutuyor

Gülnur Acar Savran’ın Fransızcadan çevirdiği Feminist Güzergâh (Dipnot Yayınları, 2016), Françoise Collin’in “yeni feminizm”e dair görüşlerini içeren bir söyleşi kitabı. Irène Kaufer’in Collin’e yönelttiği “Feminizm ne işe yarar?” sorusu ile başlıyor ve teoriden eyleme, otuz yılın kazanımlarından kadınları bekleyen yeni sorunlara dek su gibi akıp gidiyor.

Françoise Collin (1928-2012), Fransızca konuşulan ülkelerde çıkan ilk feminist dergi olan Les Cahiers du Grif’in kurucusu. Romancı, şair ve felsefeci olarak da tanınıyor. Gülnur Acar Savran’a, Collin’in “isyancı feminizm”ini ve Feminist Güzergah’a dair değerlendirmelerini sorduk.


Feminist Güzergâh, Françoise Collin ile ikinci dalga feminizm üzerine yapılan kapsamlı bir söyleşi. Bu kitabı çevirmeye nasıl karar verdin? Seni cezbeden yönü ne oldu?

Aslında bu kitabı bana Şirin Tekeli önerdi. Françoise Collin, O’nun kendini en yakın hissettiği feministmiş. Çok güzel bir kitap okudum, dedi ve O önerdi. Benim açıkçası, Françoise Collin ile çok yakın bir ilişkim olmamıştı. Les Cahiers du Grif dergisini çıkarttığını biliyordum. Bir de esas tanışıklığım, Eleştirel Feminizm Sözlüğü’nde [Dipnot Yayınları] farklılık teorileri üzerine kaleme aldığı madde vesilesiyle olmuştu. O maddeyi çevirirken hem çok zorlandım ama hem de en keyifle çevirdiğim madde oldu, çünkü çok güzel bir anlatımı var gibi geldi bana. Çok çarpıcı ve oyuncu bir dili var. O yüzden hem çok keyif aldım, becerdikçe çok hoşuma gitti hem de zorlandım. Bu kitabı okuyunca yine bir kez daha anlatımı ve dili çok etkiledi beni. Çevirmeye başladıkça ise daha fazla içine girdim ve söyledikleriyle de çok daha içerden bir ilişki kurdum.

Kitabı okurken en çok dikkatimi çeken ve etkilendiğim şey, Türkiye’de bizim tartıştığımız kimi meselelerin, Fransa’daki feministlerin de önlerine gelmiş olması ve onların da kapsamlı bir biçimde tartıştıklarını görmek oldu. Örneğin eşitlik – farklılık meselesi, ev içi emeğin ücretlendirilmesi, yasal düzenleme taleplerinin hareketin ufkunu daraltıyor olması… Ne dersin bu örtüşme konusunda?

Bu eşitlik – farklılık meselesi zaten kitabı çevirmeye başlayınca beni de heyecanlandırdı. Çünkü benim de eskiden beri çok kafamı kurcalayan bir meseleydi bu. Hatta  Beden Emek Tarih [Kanat Kitap] için yazdığım yazıların kronolojik olarak ilki bu konudaydı: “Feminizmin İkilemleri Teoride Aşılabilir mi?” başlıklı yazı…

Okudum o makaleni, çok güzeldi gerçekten. Bu konuda yapılmış olan çalışmaları toparlıyor ve etraflıca tartışıyordun.

Benim açımdan hakikaten, feminist politikanın, feminist teorinin aşılmaz bir ikiliği, bir gerilimi, bir iç gerilimi bu. Collin, şöyle ifade ediyor bunu: Erkekleşmek üzere mi mücadele ediyoruz, yani eşitlik taleplerimizle erkekler gibi mi olmak istiyoruz; yoksa ütopyamız, hedefimiz, erkeklerin de kadınların da başkalaştığı bir dünya mı? Ve eşitlikçi bir politik mücadeleyle kadınların farklılığını, özgüllüğünü savunan bir bakış arasında bir taraf olmayı reddediyor. Bu gerilimin aslında feminizmin kendi, özsel bir iç gerilimi olduğunu düşünüyor; bütün politik sorunlara bakışında bu eşitlik – farklılık gerilimini göz önünde tutuyor, koruyor. Birinden ya da diğerinden yana kesin bir tavır almıyor. Diyelim ki kadınların çalışma hayatına katılımı konusunda eşitlik mücadelesini çok anlamlı görüyor fakat bir yandan da bu özerkleşme ve bağımsızlaşma talebinin kadınlar için tuzaklarla dolu olduğunu düşünüyor. Çünkü erkeklerin gereksinimlerine ve yaşam pratiklerine göre örgütlenmiş olan çalışma hayatına, ikinci bir işi daha olan, ev işi de olan, çocuk bakım yükümlülüğü de olan kadınların katılımı, kadınlar üzerine fazladan baskılar getirir, tuzaklarla doludur, diyor. Hem ikinci işleri yüzünden kadınlar eşit bir biçimde katılamaz çalışma hayatına, daha düşük ücretli, ikincil işler yaparlar, hem de  ayrıca, kadınların katılmasıyla birlikte onların çoğunlukta olduğu alanlar değersizleşir. Böyle ikilemlerle dolu bir şeydir bu. Fakat son tahlilde tuzaklarla dolu olsa da çalışma hayatına katılma talebi anlamlı bir taleptir diyor, ama bu gerilimin her zaman farkında ve hiçbir zaman birinden ya da diğerinden yana tavır almıyor. Şöyle bir şey de var ama: Kitapta eşitlikçi politikaları daha çok eleştiriyor ve farklılıkçı feminist düşünürlere sahip çıkıyor gibi görünüyor.

Ben de öyle hissettim.

Kesinlikle öyle bir şey var, fakat bence bunun nedeni özellikle ikinci dalga feminizmde, Batı’da, hep eşitlikçi yönelimin baskın olmuş olması.

Dengelemek için yapıyor belki?

Dengelemek için, ve ayrıca da eşitlikçi kazanımların, kendi deyimiyle, “aykırı” ya da “saptırıcı” etkileri oluyor, diyor. Şöyle bir örnek veriyor: Meslek seçimi yaparken kadınlar,  biz hep onları erkek alanlarına da yöneltmeye çalışıyoruz, diyor. Ama şunu görmüyoruz ki, kadınların seçmeye eğilimli olduğu bir sürü meslek aslında şu anda geçerli olmasa da, değeri daha yüksek olmasa da, insani açıdan daha değerli de olabilir ve hemşirelik örneğini veriyor. Ya da bir biyolog – laborant örneği veriyor galiba. Kadın çok yüksek düzeyde bir biyolog, laboratuvarda çalışıyor, fakat çocuklarına zaman ayırmak için meslek alanında bunu göz önüne aldığını ve kimi düzenlemeler yaptığını söylüyor. Bunu, diye soruyor, Collin, eleştirmeli miyiz tebrik mi etmeliyiz? Ve farklılıkçıların söylediği bir şeyi öne çıkarıyor: Hayat meslekten ibaret değildir. Kişisel ilişkiler, arzu, insanların yaşamının önemli bir parçasını oluşturur ve eğer kadınlar, tarih boyunca üstlendikleri konum yüzünden kişisel ilişkilere daha çok önem veriyorlarsa bu korunması gereken bir değerdir.

Burada da farklılıkçılara yaklaşıyor.

Evet, farklılıkçılara yaklaşıyor. Fakat öte yandan anneliğin yüceltilmesine, kadınlığın yüceltilmesine de karşı çıkıyor, ama diyelim ki çocuklarla ilişkilerin ya da yakın ilişkilerin ya da ev hayatının bazı özelliklerinin, insanın yaşamının bir parçası olduğunu ve bunun erkekler gibi meslek uğruna yok sayılmasını da eleştirmemiz gerekiyor ona göre. Yani erkekleşerek özgürleşmemiz çıkar yol değil demeye getiriyor.

Hatta şöyle bir tespiti de var; kadınlar ev içinin yönetimini devretmeye hazır değiller, diyor.

Bunu hem eleştirerek söylüyor hem de burada bir arzunun olduğunu da görelim, diyor. Yani duygusal emek dediğimiz şeyin sadece bir angarya olmadığını, bir insani boyutu da olduğunu ve bunun illa geride bırakılması gereken bir şey olmadığını söylemek istiyor, diye düşünüyorum orada. Benim de zaman zaman farklılıkçılığı ağır basıyor gibi bir duyguya kapıldığım oldu, ama düşündüm sonradan esas derdi bu ikilemi, gerilimi diyelim korumak. Harekete bakışında da bu gerilimleri koruma, sorunları ucu açık bir yaklaşımla ele alma eğilimi çok belirgin.

Ben de oraya gelecektim; Collin feminizmi çoğul bir eyleyiş olarak görüyor. Önünde sorunsallar belirdikçe kendini yeniden şekillendirir feminizm, diyor. Farklı feminizmler yerine, tekil olarak feminizm kavramından söz etmiş. Tek bir feminizm vardır ve bütün bu farklılıklar da o feminizme içkindir gibi anlıyorum ben söylediklerinden.

Yani farklı feminist yönelimlere rağmen tek bir feminizm vardır, diyor, farklı farklı yönelişler var ama dediğin gibi hepsi feminizme içkin.

Bu tabii Collin’in feminist hareketi kavrayışına da yansıyor?

Evet, beni çarpan ikinci yanı da o oldu kitabın. Feminist hareketi müthiş bir hayatiyeti olan ve devinim içinde olan bir hareket olarak gören, doğru sözün hiçbir zaman tamamlanmış bir söz olarak var olmadığını düşünen bir anlayışı var. Farklılıkları barındıran feminizm anlayışıyla, bu söyleşiyi yaparken feminizmin kurucu temaları dediği birtakım şeylere geri dönüyor. Özel olan politiktir, eşit işe eşit ücret, bedenim benimdir… Diyor ki bu kurucu temalar çokanlamlıdır. Bunları herkes kendi somut deneyimine göre yorumlar ve ağırlığı oraya verebilir. Ve buna örnek olarak da kürtajı veriyor, kürtaj mücadelesini veriyor. Annelik konusunda çok farklı konumları ve somut deneyimleri olmasına rağmen kadınların, anneliğe farklı yaklaşmalarına rağmen, sonuçta feminizmin esas sözü olarak bir şeyde birleşebildiklerini savunuyor, ki bu da “zorunlu anneliğe” karşı çıkmak. Bu, anneliğe karşı çıkmak değildi, diyor. Bütün bu farklılıklara rağmen feminizmi ortak sözün, oluşturduğunu söylüyor. Yani bu sözlerin çok anlamlılığının feminizmi parçaladığını düşünmüyor. Tersine onun bir zenginliği olarak görüyor ve feminizme de cinsiyet farklılığı praksisi diyor. Çeşitli anlamlar ve yakın bulduğumuz somut talepler, kendi deneyimlerimizden hareketle yakın bulduğumuz somut talepler etrafında politika yaparken yine de bir ortaklık kurabilir feminizm ve kurabildi, kurabilecektir, diyor. Dolayısıyla da bir, çoğulcu bir anlayışı var feminizm konusunda, ama feminizmler diye parçalamıyor bunu, tersine ortaklık, tek bir feminizm dediği şey ona göre ancak bu çoğulluktan, çokanlamlılıktan çıkabilir.. İkincisi de devinim içinde bir harekettir feminizm diyor.

Evet, teoriyle pratik sürekli olarak iç içe geçer ve karşılıklı olarak birbirini sorgular.

Sorgular ve sınar diyor.

Bu da tabii ki işin pratik tarafına yaptığı vurgu. Yani birbirini besleyen süreçler, biri olmadan ötekinin olmayacağını, yani feminizm dediğimiz zaman pratiği de anlayacağız, sadece teoriden ibaret bir şey değil.

Burada da çok çarpıcı sözleri var. Önceden oluşturulmuş bir toplum temsiline göre oluşturulmaz hareket, diyor. Bu, feminizmin canlılığına aykırı bir şeydir, diyor. Bu, eşitlik – farklılık gerilimini hep canlı tutmasına da bağlı. Yani bizim ütopyamız mükemmel, tamamlanmış toplum değildir, diyor. Ne eşitlikçi bir toplumdur ne de kadını yücelten farklılıkçı bir toplumdur nihai hedefimiz. Bu gerilim hep olacaktır, diyor. Dolayısıyla da bir toplum biçimi temsiline bakıp oradan hareketle politik talepler üretmek yanlıştır, bu dondurucu bir şeydir hareket için. Bu sözlerinde  kendime yönelik bir eleştiri buldum. SFK’dan önceki sosyalist feminizm anlayışımda şöyle bir şey vardı. Feminizm salt bir direniş ve protesto hareketi olarak kalmayacaksa, gelecek toplumun nasıl bir toplum olacağını bir ölçüde öngörmeli diyordum. Bu anlayışımı zaten zaman içerisinde biraz eleştirmiş, biraz gevşetmiştim; ama bu kitabı çevirirken böyle bir ön temsilin nasıl mücadelenin ucunu kapatıcı bir şey olabileceğini daha iyi gördüm. Ve oldukça etkilendim bu sürekli devinim içinde olan hareket anlayışından. Burada da Arendt ile Derrida’ya gönderme yapıyor. Arendt’in “eyleyiş” kavramını öne çıkarıyor. Sürekli olarak teori ve praksisin birbirini etkilediği, hiç tamamlanmamış bir metindir, hep yazılan bir metindir hareket diyor. Derrida’da da bu farklılıkların devinimi anlayışı var: Farklılıkların, iki farklı, nasıl diyelim, “kendindeliğin”, hiçbirinin tamamlanmış kendindelikler olmadığını, hep karşılıklı olarak birbirini yapı-bozumuna uğrattığını söylüyor Derrida. Collin de aynı şekilde, farklılıkçı politikanın eşitlik politikasını yapı-bozumuna uğrattığını, eşitlikçi politikaların da farklılığın o donmuş kimlikler anlayışını yapı-bozumuna uğrattığını söylüyor. Yani feminist hareketin devinim olması ve çoğulcu olmasıyla Collin’in eşitlik – farklılık gerilimini canlı tutması birbirine bağlı çok.

Aynı zamanda feminizmin kurucu bir kitabı yoktur, kitap yazılmayı beklemektedir de diyor. Ama ben şöyle düşündüm tek bir metin söz konusu olmasa bile -bunu kabul ediyoruz zaten- kurucu metinlerden söz edebilir miyiz? Örneğin Simone de Bouvier’a, eleştirmek için de olsa defalarca dönüyor. Yani O’na çok fazla referans var. Sen de bu sıralarda İkinci Cins’i çeviriyorsun; ne diyorsun Collin’in Simone’a bakışı ve O’na eleştirel yaklaşımı konusunda?

Şimdi bu kurucu metin lafını kabul etmezdi bence Collin, ama sen de söyledin, birtakım köşe taşları önemli onun için de; herhalde Simone de Beauvoir onun için, bütün feministler için olduğu gibi bir referans. Ama kurucu metin olarak görmüyor. Ben de şahsen görmüyorum. Fakat ben Beauvoir’ı çevirirken geçmişte, bizim kendisine haksızlık ettiğimizi düşündüm.. Simone de Beauvoir çağına göre müthiş bir şey yapmış, şimdi fark ediyorum tabii, çeviriyle boğuşurken insan çok içeriden izliyor. Fakat ben şöyle düşünüyorum: Collin Beauvoir’ı rasyonalist deyip bir kenara atıyor bir yandan da, orada bir haksızlık var. Aslında Françoise Collin’in kendisinin itiraf ettiğinden çok daha yakın bir yanı var S. de Beauvoir’a. O da şu: Kadın bedeninin ve üreme işlevinin kadınların ezilmesini kesinlikle belirlemediğini ama onun bağlamını, dayanağını oluşturduğunu düşünüyor S. de Beauvoir. İlla kadınların ezilmesi gerekmiyordu, tarihsel bir zorunluluk değildi bu diyor açıkça, fakat kadınların ezilmesinin tarihteki bağlamını veya dayanağını oluşturduğunu düşünüyor doğurganlık ve kadın bedeninin. Kuşkusuz buna bir de kendi varoluşçu çerçevesini katıyor ve erkeklerin kadını nasıl mutlak Öteki olarak kurduklarını anlatıyor ayrıca. Dolayısıyla, rasyonalist deyip onu bir kenara itmek mümkün değil. Tıpkı Collin gibi o da bedenin önemini kabul ediyor. Toplumsal cinsiyet kavramını eleştirirken Collin, cinsiyet farklılığı aşılamaz diyor, her zaman bakidir. S. de Beauvoir’da da cinsiyet farklılığı çok önemli bir dayanak oluşturuyor.

Buradan Collin’in toplumsal cinsiyet kavramına yönelttiği eleştiriye geçebiliriz. Cinsiyet kavramıyla toplumsal cinsiyet arasında, tıpkı eleştirdiği Delphy gibi o da aslında net bir ayırım yapmıyor. İlkin, toplumsal cinsiyet çalışmaları kavramının feminist çalışmaların yerini almasını, bir tür ehlileştirme, nezihleştirme olarak görüyor. Egemenlik kavramının toplumsal cinsiyet kavramıyla birlikte görünmez kılındığını söylüyor. İkincisi de cinsiyet  inşa edilmiştir ve bu eşitsiz bir inşadır, egemenliğin ve eşitsizliğin aşılması toplumsal cinsiyetin tümüyle ortadan kalkacağını ima etmez, onun bir biçiminin, eşitsiz biçiminin ortadan kalkacağını ima eder demeye getiriyor. Ve burada cinsiyet kavramını kullanıyor. Bence bir sıçrama yapıyor, cinsiyet kavramını koruyor, toplumsal cinsiyet kavramını da biraz fazla çabuk elinin tersiyle itiyor. Oysa, toplumsal cinsiyetin inşa edilmiş bir şey olduğunu ama cinsiyet farklılığının aşılamayacağını söylemek de mümkün. Cinsiyet farklılığı bence de önemli, queer teorinin iddialarına karşın, ben de buna katılıyorum. Fakat toplumsal cinsiyet, tam da cinsiyetten farklı bir şey olduğu için, bir toplumsal inşa olduğu için, toplumsal cinsiyetin ortadan kalkması mümkün olabilir. Fakat Collin bir biçimde cinsiyet ve toplumsal cinsiyeti birbirine indirgiyor. Ve aşılamaz diyor.

S. de Beauvoir’a geri dönecek olursak: Kitabında doğalcılık ile rasyonalizm ve uç noktada bir toplumsal inşacılık arasında yalpalamalar olduğu söylenebilir. Sonuç olarak 1949 yılında bu işi tek başına yapıyor ve müthiş bir çalışma. Biyolojiden felsefeye, sanattan edebiyata, her şeye dalmış ve kendi başına, bir yokluktan bir şeyler oluşturmaya çalışıyor. Cinsiyet farklılığını başlangıç noktası olarak önemsiyor ama öte yandan da cinsiyetin inşa edilmiş olduğunu söylüyor, yani kadın doğulmaz kadın olunur, diyor. O yüzden bence aralarında Collin’in söylediği kadar bir kopukluk yok.

Üstelik bunları başka kadınlarla tartışabileceği bir ortam da bulamamış.

Yok ve çok ürkek. O yüzden sayfalarca bilimsel kanıt getiriyor söylediklerine. Bugün bizim bir konuşmada iki satırda geçeceğimiz şeyleri sayfalarca göstermeye çalışıyor. Çok önemli bir metinmiş, biz değerini anlamamışız o zaman.

Beden meselesi, bedenim benimdir mottosu, fuhuş tartışmalarında da çok odakta, belli ki Fransa’da bunu çok uzun boylu tartışmışlar. Eğer beden kadına ait bir şeyse, seks işçiliği için de bedeni kullanabilir kadınlar, buna engel yok. Öte yandan fuhuşun erkeklerin yararına ve çıkarına yürüdüğü ortada ama bunu sömürü ilişkisi olarak ele almak gerekir mi gerekmez mi; Collin ile yapılan söyleşide bu konu üzerinde epey duruluyor. Bununla ilgili ne dersin?

Fuhuş konusunda da, bugünün feminizminden ziyade ikinci dalga feminizmin ilk çıkışlarındaki yaklaşıma daha yakın Collin. O zamanlar fuhuş bir baskıdır, egemenlik ilişkisidir, sömürüdür diyordu feministler. Daha sonra çıktı şimdiki fuhuş tartışmaları ve seks işçiliğinin de diğer herhangi bir iş gibi sıradan bir iş olduğu meselesi. Eleştirel Feminizm Sözlüğü’nü çevirirken dikkatimi çekmişti; yalnızca fuhuşa iki madde ayırmışlardı. Her konuda tek madde vardı, tartışma o kadar boyutlu ve aşılamamış ki iki ayrı görüşü yansıtmak üzere iki madde vermişler. Bütün bu tartışmada rastlamadığım kadar önemli bir noktaya değiniyor F. Collin: Fuhşu alelade, diğer meslekler gibi bir meslek olarak görmüyor, kadına baskıdır, sömürüdür diyor, fuhşa karşı tavrı çok net. Bunu temellendiriş biçimi bana çarpıcı geldi.  Şöyle diyor:  Tek tek fahişelere ne olduğunun ötesinde, fuhşun varlığı, kadın bedenini, egemen olunacak, üzerinde hakimiyet kurulacak, nesneleştirilecek bir beden olarak kuruyor, ya da böyle kurulmasını yeniden üretiyor. Uluslararası fuhuş ağı çok ciddi, burada küçük çocuklara yapılanlar, yoksul kadınlara yapılan işkenceler vs çok ciddi, çok can yakıcı ama diyor, bunları söyleyip, diyelim Fransa, Belçika gibi toplumlarda, beyaz kadınların sürdürdüğü fuhşu sıradan bir meslek olarak görmek, iki fuhuş türü arasında böyle bir ayırım yapmak yanlıştır, çünkü fuhşun bizatihi varlığı kadın bedeninin patriyarkal düzende belli bir şekilde kurulmasını yeniden üretir, besler diyor. Bunu deyince, söyleşiyi yapan kadın, peki diyor, seks işçilerinin hak talepleri ne olacak? Tabii ki bu talepleri desteklemek gerekir, fakat perspektifimiz fuhşun ortadan kalkması olmalı diyor. Ben de katılıyorum açıkçası. Şunu da vurguluyor: Fuhşun alelade bir meslek olduğunu savunanlar, kadınların da para karşılığı seks satın alabileceğini söylüyorlar deyip, buna karşı da bence doğru bir argüman ileri sürüyor: Kadın bedeninin satın almasıyla erkek bedeninin satın alınması aynı sonuçları vermez diyor. Çünkü kadınlar satın aldıkları o beden üzerinde, erkeklerin toplumsal iktidarlarına dayanarak kurduğu hakimiyeti kuramaz. Satın almanın kadınlar ve erkekler için anlamı farklıdır patriyarka bağlamında, ona göre.

Çok önemli bir şey daha var kitapta, ben onu uyarı gibi aldım, sen ne düşünürsün bilmiyorum. Kimilerinin görece avantajlı bir konumdan izah ettikleri gibi durum bütün kadınlar için ve her düzeyde iyiye gitmemiştir diyor, bir genel değerlendirme olarak. Evrim içerisindeki bir toplumda sürekli yeni sorunlar ortaya çıkmaktadır ve kazanımların hiçbir garantisi yoktur. Bu yeni sorunlara örnek olarak da, yeni üreme teknikleri, uluslararası fuhuş ağı, göçmen kadınlar meselesini vermiş. Kadınların mücadeleyle kazandıklarını kaybedebileceklerine, feminizmin bu yeni sorunlara yeni politikalar geliştirmesi gerektiğine dair bir uyarı gibi algıladım ben bunu. Collin’le söyleşi 2004’te yayınlanmış, daha ortada bizim şimdi karşı karşıya bulunduğumuz Avrupa sağının yükselişi, ırkçılığın hortlaması, Trump’ın iktidara gelişi, buna yükselen tepkiler yok, bunu bir öngörü olarak değerlendirebilir miyiz?

Kesinlikle. Tabii göçmen işçiler meselesi, göçmen kadınlar meselesi o zaman da var. Ama 2000 yılındaki Dünya Kadın Yürüyüşü’nü bu açıdan bir dönüm noktası olarak görüyor Collin. Bunu Beyaz feminizmin kendi dışına açılması olarak görüyor.

Kadınların mücadeleyle kazandıklarını kaybetmeleri meselesine gelince. “Aykırı etkiler” ya da kazanımların aleyhimize dönmesi, bana çok önemli bir tespit  gibi geliyor. Mesela eşitlik mücadelesi sonucu kadınların esnek emek biçimleri için elverişli bir emek havuzu oluşturması tam da evde bir ikinci iş hayatları olduğunda, çalışma hayatına katılımlarının onların karşısına aykırı bir etki olarak çıkacağının bir örneği.

Şimdi, bu aykırı etkiler kavramını, ben onun çubuğu farklılıktan yana bükmesi bağlamında bir uyarı olarak kullanabilirim diye düşünüyorum. Farklılıkçı politikaları, eşitlik politikalarını dengelemek üzere savunmak söz konusu diyor ya, bugün yükselen muhafazakar popülist sağ politikalar kadınların farklılığının üzerinden kadınlar için politika yapıyor. Bizim Türkiye’de çok iyi bildiğimiz üzere. Kadınların farklılığını vurgulayarak, anneliğini vurgulayarak kadınlara o kimliği atfedip dondurarak… F. Collin bunu öngörmüyor, kitapta beni düşündüren şeylerden biri bu oldu, tamam eşitlikçi politikalara karşı farklılığı önemseyelim ama bugün biz Türkiye’de farklılıkçı politikalarla mücadele etmek durumundayız. Ben mesela sosyal politikalara bakışta eşitlikçilikle farklılıkçılığın bir sentezi olması gerektiğini söyledim bugüne kadar, bu konuda yazılar yazdım, ama bugün Türkiye’de bu farklılıkçılığın üzerimize üzerimize gelmesini de göz ardı etmemeliyiz, bu da bir aykırı etki olabilir, yani birtakım farklılıkçı kazanımların mutlaklaştırılması bu akımların işine yarar, bunu da bir uyarı olarak aklımızda tutmamız gerekiyor. Bugün gündemde olan telafi edici kimi yardımlar vs konusunda daha dikkatli olmalıyız, o tür kazanımların aykırı etkilerinin bizim aleyhimize işleyeceğini çok net görebiliyoruz diye düşünüyorum.

Collin’in eleştirdiği konulardan biri de feminist mücadele sürecinde yasal taleplerin ağırlık kazanmış olması…   

Evet, yasalar düzleminde mücadele ve politika farkı konusuna gelelim: Bunu, “Özel olan politiktir” bağlamında açıyor ve diyor ki, başlangıçta ikinci dalga feminizm “Özel olan politiktir” dediğinde esas olarak özel alanda da patriyarkal baskının olduğunu ve özel alanın da baskıcı yasalarla düzenlendiğini ifşa ediyordu. Dolayısıyla da esas olarak “Elinizi özel alanda üzerimizden çekin” talebiydi bu. Kürtaj mesela, kürtajın yasal olarak düzenlenmesine karşı çıkış olarak ortaya çıkıyordu bu. Bugün özel alanda, özellikle şiddet meselesinde, biz sürekli olarak yasalarla düzenleme talebinde bulunuyoruz. Bugün kendimizi buna bağlamış durumuzdayız diyor ve buna karşı bir ölçüde eleştirel bir tutumu var. Şunu söylüyor: Ne kadar yasal düzenleme getirirseniz getirin, kadınların kendileri güçlenmedikçe bu yasal düzenlemeler bir işe yaramaz, çünkü kadının şiddeti açık etmesi için bile güçlenmiş olması gerekir. Diyelim, evlilik içi tecavüzün adını koyması için bile güçlenmiş olması gerekir. Bugün kadınların güçlenmesi ve politik olarak kendilerini ve çevrelerini dönüştürmesi daha arka planda kalıyor, yasal talepler öne çıkıyor; bu ise çok büyük bir tuzaktır çünkü yasal  düzenlemeyle kadınlar mağdur olarak konumlandığında, güçsüzleştirilmiş oluyorlar bir yandan diyor. Bu aslında, bizim, Türkiyeli kimi feminist  kadınların “Hayatımıza sahip çıkıyoruz” sözümüzle çok bağlantılı diye düşünüyorum. Uzunca bir süre, kadın cinayetlerine karşı mahkeme kapılarında geçirdik hayatımızı, ceza indirimine karşı çıktık, yasal düzenleme ile ilgili mücadele verdik ve bir noktada bu bize yetmedi, bunun için hayatımıza sahip çıkıyoruz dedik ve burada birtakım güçlenme ve “özsavunma” stratejilerini vurguladık. Kadınların kendilerine saldıran adamları öldürmelerini de bunun bir parçası olarak konumlandırdık; tabii ki sadece bu değil ya da kocalarını öldüren kadınlara evet yol budur demek anlamında değil ama kadınların hayatlarına sahip çıkmalarının, dönüşmek ve güçlenmek ile mümkün olacağına söyledik. “Kirpiğiniz yere düşmesin – kadınlar hayatlarına sahip çıkıyor” kitabı ve derlenen raporlar bu anlayışla üretilmişti. Kısacası, yasalar düzleminde mücadele ile politika karşıtlığı bir biçimde bir gün geldi bize kendini dayatmış oldu. Çok fazla yasal düzenlemeye boğulmuşken bunun dışında bir bakış açısına yer açtık. Collin de her ikisini birden savunuyor.

Collin’in LGBTİ+ meselesine bakışını nasıl değerlendiriyorsun?

Gay’lere karşı biraz homofobik bir tınısı var diye düşünüyorum.

Homofobik mi yoksa acaba politik dayanışmanın yetersiz olduğunu mu düşünüyor? Kadınlara o gruptan yeterli politik desteğin gelmediğine dair bazı örnekler vermiş, tabii Fransa özelinde…

Gayler ve lezbiyenler arasında bir ayırım yapıyor. Doğru, pek çok lezbiyen kadın da bu ayırımı yapıyor. Şöyle diyor: Gaylik çok daha fazla kabul görüyor bir anlamda ve daha güçlü, çünkü erkekler arası sosyallik, homososyallik, erkeklerin sporda, kahvelerde, birçok ortamda birlikte sosyallik yaşaması, bizim Batı kültürümüzün ta Antik Yunan dönemine giden köklerinde vardır diyor. Bu erkekler arası sosyalliğe bir cinsel boyutun katılmasıyla gaylik zaten var olan bir şeyin üzerine yerleşiyor diyor ve o yüzden de toplumda daha çok yeri var ve daha çok kabul görüyor. İkincisi, kimi gayler de artık, feminizm tehdidine karşı hetero erkeklerle cepheleşiyorlar diyor ve bugün uluslararası kuruluşlarda, kongrelerde buna rastlamak mümkün, eşcinsel talepler salt feminist taleplerden daha çok kabul görüyor ona göre. Çünkü feminizmin tehdit edici yanı hâlâ daha güçlü. Üçüncüsü, kadınlar daha yoksul olduğu için lezbiyenler daha yoksul diyor, gayler daha burjuva, zengin.

Kitabın son bölümünde bazı istatistikler vermiş, kadınlar dünya toplam gelirinin sadece %10’una sahip diye… Yoksulluk bütün kadınlar için geçerli.

Evet. Dördüncü olarak, lezbiyenlerin görünmezliğine değiniyor; kadınlar arası cinsellik görünmezdir diyor, bir erkeğin içinde olmadığı cinsellik düşünülmez diyor. N’aparlar ki kadınlar kendi aralarında? meselesi.. Tüm bu nedenlerle gaylik, egemen, anaakım politikalara daha kolay nüfuz edebiliyor, daha kolay kabul ediliyor ona göre. Gay erkeklerin sonunda erkekler cephesinde yer aldığını söylemiş oluyor kısacası.

Patriyarkanın erkek eşcinselliğine nispeten olumlu baktığını kendi gözlemlerimden, Türkiye özelinde göremiyorum. Belki Fransa’da farklıdır, bilmiyorum.

Özellikle gaylerin ve lezbiyenlerin ebeveynlik taleplerini, evlilik hakkı talebini konu ediyor: Bir yandan sınırları ihlal edici bir yanı var, iki erkeğin ya da iki kadının ebeveyn olmayı talep etmelerinin ama bir yandan da aile düzeniyle bütünleşiyorlar bu taleple birlikte, diyor. Öte yandan, lezbiyenlerin ebeveynlik taleplerini daha çok desteklediğini söylüyor; gaylerinkini çok gönülden destekleyemiyorum diyor, çünkü gaylerin ebeveynlik talebinde bir kadının rahminin taşıyıcı olarak kullanılması söz konusu diyor, kadınların erkekler tarafından bu şekilde kullanılmasına içim el vermiyor diyor. Belki yaşının getirdiği bir önyargı, queer harekete felsefesi itibariyle karşı olması, bütün bunlar bir tür homofobik/ transfobik bir tını veriyor. Bu ayrımlar yine de düşündürücü tabii.

Eşitlik – farklılık meselesine geri dönecek olursam; kadıncılık yapmıyor Collin, kadınlığı yüceltmiyor, fakat ezilenlerin bakış açısının, egemenlerin bakış açısına göre avantajlı olduğunu söylüyor. Daha devrimci bir potansiyeli barındırdığını söylüyor; bu bağlamda  Hegel’in efendi-köle diyalektiğine göndermede bulunuyor: Efendi bu âna, orada oluşuna bağlı olarak, kendisini mutlak özne olarak olumlar, ama uzun vadede, emeği dolayımıyla şimdiye saplanmayan, geleceğin gerçek taşıyıcısı olan köledir. Ezilenlerin ezilmişlikten gelen daha bütünlüklü bir bakışı vardır; bu kadınlar için geçerlidir diyor ve bu işte yüzden, kadınlığın tarihsel kuruluşunun kadınların bakışına bazı avantajlar sağladığını söylüyor. Yukarıda sözünü ettiğim kadın – erkek meslekleri ayırımı bağlamında gündeme geliyor bu: Kimi kadın mesleklerinin insani değerler, insani ilişkiler açısından üstünlüğü meselesinde…

Yine Eleştirel Feminizm Sözlüğü’nden not almışım; hedef aslında kadınların var olan dünyada erkekler kadar tanınmalarını mı sağlamaktır yoksa bu dünyaya kadınlar tanınmadan önce bilmediği bir boyut mu katmaktır, bu son söylediğinle de alakalı, dünyaya yeni bir boyut kazandırmayı ancak kadınlar başarabilir gibi anlıyorum.

Çünkü bugünün dünyasının kuruluşu rekabet, sömürü, başarı üzerine dayalı ve erkekler bu dünyanın hakimleri; kadınlar ise bu dünyaya hep bir anlamda sakar bir biçimde katılıyorlar. Bu sakarlığın bir avantajı da var, başka bir dünyadan başka değerler getirebilirler.

Farklılığın güzelliği diyebiliriz belki ona da. Çok teşekkürler…

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.