Hak ihlal eden sevdiğimiz yazarların maskeleri bir bir düştükçe kumdan kalelerimizi deniz alıp götürecek elbette.

Görsel: Sude Altun

Hasan Ali Toptaş’ın ifşa olduğunu duyduğum ilk gün haberleri arkadaşlarıma gönderip “Çayımı çekirdeğimi aldım gelişmeleri takip ediyorum,” diye bol gülücüklü mesajlar göndermiştim. Dünyada kadın hareketleri sesini yükselttikçe çevremdeki kadınlarla –aktivist olsun ya da olmasın- bu konuları daha çok konuşur olduk. Zaman içinde, her birimizin çocukluğumuzdan beri deneyimlediği, erkek elinden çıkan acıları konuşa konuşa, yoğura yoğura durumun parodisini yapabilecek olgunluğa ulaştık. Artık hiçbir şeye şaşırmıyoruz ve aynı can acısını tekrar tekrar tecrübe etmemek için de geyiğini gündelik yaşantımızın bir parçası haline getiriyoruz. İyi ki de öyle yapıyoruz! Tam da bu yüzden ne zaman kadınlar harekete geçse kimin başı ağrıyacak diye heyecanla takip ediyoruz. Acılarla yoğrulmuş küçük zaferler bunlar çünkü.

Günler geçti, olaylar gelişti. Aynı şeylerle tekrar yüzleşeceğimi bildiğim için üzerine yazmamak konusunda kendime söz verdiğim bir konuda iki kelam etmek adına yine ekran karşısındayım. Çay çekirdek bitti yani. Gözlerim dola dola okuduğum tweet’leri sindirmeye çalışıyorum. İfşa eden kadınların yaşadığı zorluğu hücrelerimde hissederek, eyleme geçmeyi sağlayan bir öfke ve bıkkınlıkla hislerimi, düşüncelerimi sağaltmaya çalışıyorum.

Hikaye hep aynı. Vuku bulduğu ülkelerin ya da kurumların adı değişse de insanın üzerinde bıraktığı etki değişmiyor. Ben kaç kere maruz kaldığım tacizleri, erkek şiddetini yazdım, Türkiye’de kaç kadının yaşadıklarını dinledim, tanışmadığım kaç kadının hikayesini okudum diye düşünüyorum. Sonra dünyaya bakıyorum; kaç kadın aynı dertlerle uğraşmış ve aynı saçma sapan “Ama ifşa etmeseydiniz, yaptığınız intikam almak,” iddialarıyla karşılaşmış: Milyonlarca.

Aklıma bundan belki yedi belki on yıl önce konuştuklarımız geliyor: 21. yüzyıl kadınların çağı olacak! Oluyor da. Dünyanın bir ucundan öteki ucuna kadınlar erkek adalete güvenmedikleri için kendi öz savunma taktiklerini geliştiriyorlar. Daha da önemlisi birbirlerinden öğreniyorlar ve kadınları hâlâ her alanda eşit vatandaşlar olarak görmeyen toplumların tüm tabularını bu yöntemlerle sarsıyorlar. Asya’dan Afrika’ya, Hindistan’dan Amerika kıtasına yazınsal üretimleri, meclis kapılarını zorlaya zorlaya değiştirilen yasaları, sokaklardaki protestoları düşünüyorum. Kadınlar hak mücadeleleriyle bir tarih yazıyorlar. Gururlanıyorum. Bu mücadelenin nereden geldiğini çocukluğumdan beri en acı şekillerde öğrendiğim için de canım yanıyor. Dünya nüfusunun yarısıyız ve hâlâ taciz edilmemek için bağırmak zorundayız! İşin tek güzel yanı ise yalnız olmadığımızı bilmek ve temellerinden sarstığımız bu sisteme alternatifleri hep birlikte üretmek.

Peki, güncel tarihin kendi içinde tekerrür sarmalına girdiği bugün, neden dünyaya bu kadar referans veriyorum? Çünkü tüm bunlar hiç yaşanmamış, hiç yazılıp çizilmemiş gibi, Türkiye güneş sisteminde bağımsız bir gezegenmiş gibi, birtakım insanlar tekerleği yeniden icat edercesine, aynı savunma mekanizmaları ile karşımıza dikiliyorlar. Tevekkeli buna erkeklik sözleşmesi demiyoruz. İşlerine gelmedi mi “adalet”, “hak”, “hukuk” kavramları bir anda şekil değiştiriyor ve kurban, fail ilan ediliyor.

Edebiyatçıymış, işinden edilmemeliymiş. Birincisi, bu şahısla çalışan kuruluşlar kendi iradeleriyle sözleşmelerini sonlandırdı. Çok da akıllıca davrandılar. İkincisi, eğer yayınevleri aksiyon almasaydı kadınlar elbette işlerinden edilmeleri için eylem başlatırdı. Daha önce yapmışlığımız da, kazanmışlığımız da var. Ancak bu olayda bir kampanyaya gerek bile kalmadı. Söz konusu kuruluşlarda bu kararın alınmasını kendi inisiyatifi ile destekleyen insanlar varsa baştan tenzih ederim, iyi ki varsınız. Ancak şunu unutmamak gerekiyor ki ifşa ve kitlesel tepkiler nedeniyle, taciz etmek için güvendikleri gücü elinden alınan ilk erkek ne Hasan Ali Toptaş’tır ne de son olacaktır. Zira dünya öğrendi ki Weinstein bile yerinden edilebilir. Kendini Zeus sanan bu erkeklerin ellerinden şimşekleri alınacak ki bir daha kimseyi tehdit edemesinler. Bu adamların parçası olduğu yapılar, dünyada olup bitenin yanı sıra Türkiye’de on yıllardır süregiden feminist kazanımların elbet farkında. Onca okuyucuyu karşılarına alıp kendi itibarlarına zeval getirmeyeceklerdir pek tabi.

Yayınevleri böyle vizyonerken birtakım yazarların “etik” diyerek ifşayı intikamla eş tutması ne vicdana ne de akla sığar. “Kadının beyanı esastır” halen birçok ülke hukukunda yer bulamazken, anlatması bile bu kadar sarsıcı, yıpratıcı olan bir olayı hangi mahkemede kim kanıtlayabilecek? Velev ki ifşa yerine dava yoluna gidildi ve bu kişi ceza aldı, bundan sonra o yayınevleri bu kişiyle çalışmaya devam mı edecek? Ya da sırf yazarın itibarı etkilenmesin diye böyle bir dava gizli mi tutulacak? Velev ki ana akım medya gizli tutmaya çalıştı, haber alma ve vermeyi demokratikleştiren sosyal medyanın eli armut mu toplayacak? Yani “kral çıplak” yahu! Bunu dillendirmemek mi etik bir davranış? Etik kavramından oldukça farklı şeyler anlayan insanlar var demek ki. Ben şahsen tacizci bir adam tanrının kelamını getirse kulak asmam. Onun sözüne saygı duyan çevrelere de şüpheyle bakarım. “Bari işinden olmasın,” diyen insanlar bir saldırganın yarattığı edebiyattan tam olarak nasıl bir medet umuyorlar? Ne gibi evrensel değerler öğrenmeyi bekliyorlar? İşi daha da ileriye taşıyalım. Bir savaş sırasında kadınlara tecavüz eden bir asker müthiş bir roman yazsa, bunu da “edebiyattır” deyip okumalı mıyız? Evet, erkekliğin maskesi düşüyor ve hepimizin dünyası sarsılıyor. Çünkü edebiyat dünyası yüz yıllardır erkek egemenliğinde ve bu, değişmek zorunda. Baştan yanlış olan bir yapıyı canhıraş savunmak niye? Hak ihlal eden sevdiğimiz yazarların maskeleri bir bir düştükçe kumdan kalelerimizi deniz alıp götürecek elbette. İki damla gözyaşı dökeceğiz ve belki öfkeleneceğiz o yazarlara. Ama tüm bu kötülük içinde onlardan bir parça güzel bir şeyler öğrenmişsek bunun aslında kendi güzelliğimiz olduğunu fark edeceğiz. Çünkü ne kadar hayran olursak olalım, kimse aslında olmayan bir şeyi var etmiyor. O tacizci dün hayran olduğunuz o sözü söylemeseydi, yarın bir başkası elbet söyleyecekti.

Tacizciyi savunmaya geçen yazarların aklından ne geçiyor gerçekten merak ediyorum. Batı’yı olumsuz yönde eleştirme hakkımı saklı tutarak, belirtmek zorunda hissediyorum ki edebiyat ve kültür çalışmaları okuduğum Almanya’daki üniversitede kadın erkek fark etmeksizin tüm hocalar, erkek şiddeti uygulamış, ırkçılık ya da ayrımcılık yapmış bir yazardan ya da sanatçıdan bahsetmeye başlamadan önce mutlaka işledikleri suçu detaylarıyla anıyor. Sonrasında da kültür dünyasına etkilerinden üstün körü bahsedip geçiyorlar. Bunu kişisel duyarlılıklarından ötürü mü yoksa eğer suçu yerli yerinde lanetlemezlerse öğrencilerden gelecek tepkilerden korktukları için mi yapıyorlar bilmiyorum. Çünkü bu gözler, söylemlerinde politik hata yapan profesörlerin öğrenciler tarafından nasıl azarlandığını gördü. Ayrımcılığa karşı oluşturulan öğrenci konseylerinin okul yönetiminden nasıl hesap sorduğundan bahsetmiyorum bile. Demem o ki, dünya bu yönde değişiyor ve daha da değişecek. Durum buyken, edebiyat kariyeri yapmış insanların vicdana sığmayacak şekilde “etik” kelimesini anmalarını vizyonsuzluğa yoruyorum ve tarih sahnesinde hak ettikleri yeri bulacaklarını biliyorum.

Hatırlatmak istiyorum ki, tapındığınız güç odakları sizi en temel insani değerlerinizi unutturacak kadar yassılaştırmış olsa da her zaman “Bir dakika, düşüncelerimi gözden geçirmeye ihtiyacım var,” deme hakkınız var. Kadınlık üzerine öyküler yazıp tacizi ifşa eden kadınlara “etik” diye çığırtkanlık yapmanın içindeki oksimoronu göremiyor olabilirsiniz. O halde susun! Durun! Düşünün! Bildiklerinizi tekrar gözden geçirin. Yetmedi mi? Türkiye ya da dünya literatüründe son yıllarda kadınlar bu konuda neler yazmış onlara bakın. Aktivistler neler yapmış, neler karalamış onlara bakın. Dünya dediğimiz bu erkek inşası birilerinin başına nasıl ve neden yıkılmış, bir akıl yürütün. On tane roman yazmak ne sizi başkalarından üstün, ne de ilk aklınıza geleni ayet kılar. İnançlarınız mı sarsılıyor, uykularınız mı kaçıyor, sırtınızı yasladığınız Olimpos’lar mı sarsılıyor? Demek ki değişimin zamanı gelmiş! Bir takım serfler duvarlarınızı sallıyorsa dönüp neden o kalelere ihtiyaç duyduğunuzu düşünün.

Çünkü bu çığrından çıkmış dünyada bugünden yarına her şey yoluna girmeyecekse de, yüz yıllardır görmezden gelinen insanlar kendi kimlik politikalarıyla sarsılmaz sanılan fildişi kuleleri yerle bir etmeye devam edecek. Unutmayın ki bugün suratınıza haykırılan gerçekler tarihte izini bırakacak ve artık inkar edemeyeceksiniz. İşte tam da bu yüzden “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz”!

 

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.