Demetinin içinde direnişiyle ayakta kalan son kırmızı karanfilini kurutmak için söz verir kendine. Ama zamanı vardır. Kızıllığının son damlası çekilmeden kitap arasına girmeyecektir o son karanfil. 

Kırmızı karanfil bir anılar yumağı benim için; çatkılara işlenen, basit seramik hamurundan çoğu zaman acemice şekillendirilip, renklendirilerek; 8 Mart’larda, 1 Mayıs’larda coşkuyla yakalara takılan, onu taktığında kendini daha güçlü hissettiğin, bir zamanların çok özel anlamlı günlerinde, tek olarak sevdiğine armağan edilen… Şimdilerin erki elinde tutanlarının, 8 Mart’larda her istasyon başında, sokaklarda kadınlara armağan ettiği kırmızı karanfilin anlamından çok farklı yani benim kırmızı karanfilim.

Bu yüzden Feyza Hepçilingirler’in Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar[1] kitabını ilk duyduğumda, içimden bir kez daha yineledim: Kırmızı Karanfil Ne renk Solar?

Feyza Hepçilingirler ne anlatmak istemişti acaba kitabında? Hepçilingirler’in kırmızı karanfili ile benim kırmızı karanfilim arasında bir benzerlik var mıydı? Bu sorularla bir solukta okudum kitabı.

Yeni bir kitap değil Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar? İlk basımı 1993’te yapılmış; benim okuduğum 2009’da yayımlanan 5. basımı. 25 yıl önce kaleme almış Feyza Hepçilingirler kitabı ama anlatılanlar ne kadar güncel, ne kadar tanıdık. 25 yılda birçok konuda ileriye doğru adım atamamış olmamız ne kadar hüzünlü, ne kadar acı, bir o kadar da düşündürücü.

15 yaşında yazmaya başlayan ve daha çok Türkçe üzerine kaleme aldığı metinler ile tanınan Feyza Hepçilingirler, Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar’da 12 Eylül’ün karanlık günlerinde genç bir kadının, aydın sorumluluğu taşıyarak kadın, anne ve eş olarak yaptığı seçimleri, yürüdüğü yolu, varoluş mücadelesini bir belgeselci titizliğiyle anlatmış. Dönemi arka plana alarak ve deşifre ederek.

Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar’ın Sibel’i, demetinin içinde direnişiyle ayakta kalan son kırmızı karanfilini kurutmak için söz verir kendine. Ama zamanı vardır. Kızıllığının son damlası çekilmeden kitap arasına girmeyecektir o son karanfil.

Kitap, Gülten Akın’ın “Gidilir siyaha çünkü o siyahtan dönülmez” dizeleriyle açılıyor. Daha ilk satırlarda ataerkinin erkeğe tanımış olduğu ayrıcalıkları duyumsuyoruz. Kendi giyindiği için, herkesin hazır olduğunu varsayarak kapı önünde, hadi hadi diyerek bekleyen ve kadının elini ayağına dolaştıran bir baba-erkek. Çocuklarını hazırlamaya çalışırken kendi elbisesini bile değiştirmeye fırsat bulamayan bir kadın-anne. Tabii kocasının düşen ceket düğmesini bularak dikmekle de sorumlu olan anne. Anne her şeyden sorumlu zaten…

Günler, emekliliğine birkaç ay kalmış öğretmenlerin bile 1402 denilen dört rakamdan ibaret bir kanunla yerlerinden yurtlarından edildiği, öğretmenlikten başka bir iş bilmeyenlerin yaşama tutunabilmek için her türlü işte var olma mücadelesi verdiği günler. Henüz KHK’ların son yıllardaki kadar hızla insanları işlerinden edemediği, açığa almaların sadece öğretmenlerle sınırlı olduğu, ekmeğinden edilenlerin on binleri bulmadığı günler… Bugünlerin tohumlarının atıldığı günler… İzmir’de bir üniversitede öğretim üyesi olan Sibel, önce açığa alınır. Yani maaşının bir kısmını alır ama Ege’de öğretmenlik yapmasına izin verilmez. Sakıncalıdır artık Sibel. Ardından Trabzon’a sürülür. Geride iki çocuğunu bırakarak gitmek, daima yanındaymış gibi görünüp, geleneksel aile kalıplarının ve kendisine doğuştan verilmiş ayrıcalıkların getirdiği rahatının bozulmaması için her türlü oyuna başvuran kocasına ve Hayriye Hanım’a rağmen gitmek zordur. Hayriye Hanım, Sibel’in kayınvalidesidir ve cinsiyetçi eril geleneksel kültürün bir prototipidir adeta. Hepçilingirler, ataerkil kodların eğer sorgulanmazsa, mücadele edilmezse, “ayrıcalıklarını” kaybetmek istemeyen kadınlar üzerinden nasıl aktarıldığını Hayriye Hanım özelinde örnekler bize. Ataerki binlerce yıllık deneyimiyle hem iktidardakilerle hem de kadınlarla ince ince, normalleştirme pratikleriyle pazarlığını sürdürmektedir. Hayriye Hanım da ataerkinin çarklarıyla ezilmiştir, ötelenmiştir ama şimdi vaat edilen karşılığı alma, yaralarını sarma zamanı gelmiştir. Hepimizin bildiği gibi bedeli ödeyecek olan tabii ki biricik oğul değildir. Yaşadığı, etine kemiğine nüfuz etmiş tahakkümü gelini üzerinden yeniden üretir Hayriye Hanım. Çocuklarıyla daha iyi ilgilenebileceği, eşinin –yani oğlunun—gereksinimlerini onun istediği şekilde gerçekleştirebileceği bir ev kadınlığı öngörür Hayriye Hanım Sibel’e.

Sadece Hayriye Hanım değildir aktaran eril kültürü. Eğitim almış kadınlar üzerinden de benzer bir biçimde pekiştirilerek yansıtıldığını Sibel’in arkadaşları özelinde de gösterir bize yazar. İşe gitmediği halde maaşını almasını bir kazanç olarak gören arkadaşları, Sibel’i şanslı bile sayarlar. Ataerki sımsıkı kuşatmıştır Sibelleri…

Sibel hem kendini, hem dönemi, hem aileyi, hem kadınlığı sorgulamaya başlayacağı bir dönemeçtedir artık. Ya el birliğiyle hazırlanan kafesinde yaşamaya devam edecektir, ya da kanatlarını kanatmak pahasına kafesten çıkıp uçmayı deneyecektir. Aynı dedesinin dediği gibi: “Zemheride kuşlar sığınırdı köyün kahvesine. Soğuktan donmak üzereyken, ışığa, sıcaklığa koşup gelirlerdi. Az sonra, ısınınca yeniden uçmak isterlerdi; ama kapı pencere duvar. Kahvenin üst camlarından birini kırardık. Küçücük bir delik. Hadi bakalım, ya kolunu kanadını kanatır oradan uçarsın ya da burada kalırsın!” (s. 247)

Sibel yolculuğunda, hemen her kişisel yolculukta olduğu gibi, bizi çocukluğuna da taşır. Annesini küçük yaşta kaybeden Sibel, babasının onayıyla anneannesi ve dayısıyla büyümüştür. Emanet olarak gördüğü yeğenine “namus bekçiliği” yapan dayı, ablasının ölümü nedeniyle suçladığı ve uzun yıllar küs kaldığı eniştesiyle Sibel’in namusu(!) söz konusu olunca barışıverir. Hepçilingirler’in yalın anlatıcılığıyla, ataerkinin gücünü ve eril dayanışmanın nasıl deşifre edildiğini görürüz burada. Yıllardır küs olan baba ve dayı tarihteki tüm örnekleri gibi, söz konusu kadın olunca hemen bir araya gelmiş ve Sibel hakkındaki kararı vermişlerdir. Hepçilingirler’in sözleriyle zaman, “Bu benim hayatım,” gibi lafların henüz moda olmadığı, “namus bekçisi” dayının cüretkarlığını göstermekten geri kalmayacağı zamanlardır. Bugünlerde birçok benzerini gördüğümüz gibi, dayı iç cebindeki bıçağı gösteriverir Sibel’e. Eğer direnseydin, deyip güler. “Sibel gülemiyor. Ve korkmuyor, merak ediyor yalnız, eğer direnseydi?” (s. 243)

Çocukluğundaki direnememe hali belki de Sibel’i uzun yolculuğunun ortasında direngen kılan. Hak arama mücadelesi olarak başlayan yasalara karşı direnmenin, ataerkiye karşı direnmeye dönüşerek sürmesi belki de bu yüzden.

Başlarda “Sus ve gürültünün bitmesini bekle! O zaman bağırmana, ağlamana gerçekten gerek olmadığını göreceksin. Kim söyledi bunları? Kimse söylemedi. Ya da hep birlikte söylendi. Davranış diliyle ki o sözcüklerden çok daha acıdır,” (s. 36) diye sorgulayan Sibel, “Artık uçmayı biliyorum, çok sık yalpaladığımın, düşecek gibi olduğumun farkındayım; ama bu bir şey demek değil. Uçabiliyorsam, daha iyi uçmayı da öğreneceğim,” (s. 247) dediği günlere gelmiştir sonunda.

Bir direnme okuması olan Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar için son söz yine Sibel’den: “Büyük bir savaşın yorgunuyum. Kendimle yaptığım savaş, sonuna yaklaşıyor ve artık biliyorum; eski, gönüllü tutsaklığıma katlanamam bir daha.” (s. 246)

[1] Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar? Feyza Hepçilingirler, Everest Yayınları, Nisan 2009.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.