Annemarie gerçek bir kuir ikon olarak daha çok bilinmeyi ve LGBTQ+ komünitesi tarafından da yeniden keşfedilmeyi hak ediyor.

Annemarie Schwarzenbach’ın baş döndürücü hayatı gizemlerle doludur ama tüm yabancı hâline karşın bu hayatta hepimiz birbirimizden bir şeyler bulabiliriz. O, bazen memleket hasreti çekse de, hıza, yeni yerler görmeye ve doğaya tutkusu ile doymak bilmez bir gezgindi. Kuir bir ikon ve lezbiyen olarak toplumsal cinsiyet kodlarından kurtulmuştu. Hem anti-faşist bir aktivist hem de zengin Nazi partizanı bir ailenin kızı olarak, hem hatırı sayılır bir burjuvaydı hem de yoksulluk ve dışlanmışlığı yakından gözlemleyen birisiydi. Toplumsal ve ideolojik katmanlar arasında nasıl yer değiştireceğini bilirdi. Annemarie tam bir sanatçıydı, çok iyi bir piyanist olabilecek kadar iyi bir müziksever ve bakışının derinliğini lensine yansıtabilmiş benzersiz bir fotoğrafçıydı. Takıntılı bir yazardı, durmadan mektuplar yazardı, pek çok gazetenin muhabiriydi ve hepsinden de önemlisi, yetenekli bir romancıydı. İki dünya savaşı arası dönemde birçok siyasi ve entelektüelle yollarının kesişmiş olmasına rağmen, her nasılsa hikayesi hak etmediği bir şekilde unutuldu. Doğum günü anısına, sizi, gücü ve kırılganlığıyla baş döndüren bu İsviçreli yazar-gezginin hikayesini keşfe davet ediyorum.

Aristokratik bir geçmişten anti-faşist isyana

Annemarie Schwarzenbach, 23 Mayıs 1908’de Zürih’te, İsviçre’nin Almanca konuşulan bölgesinde dünyaya geldi. Annesi Renée Schwarzenbach üzerinden Bismarck ile akrabaydı ve Zürih’in zengin sanayici ailelerinden birine mensuptu. Bocken’deki şatafatlı mülklerinde, yani gerçek bir “altın kafes”[1]te büyüdüğü çocukluk günlerinde annesinin gölgesi hep genç Annemarie’nin üstünde oldu. Annesinin zorlayıcı ve tüketici bir kişiliği vardı: Zürih’teki tüm yüksek sosyete mensuplarını bahçelerine “Wagner” konseri dinlemeye çağırır, aynı zamanda ünlü opera sanatçısı Emmy Krüger ile olan ilişkisini de yürütmeyi başarırdı. Annemarie aristokrat bir eğitim aldı: Ata binmeyi, piyano çalmayı, sosyal kutlamalarda nasıl davranılması gerektiğini ayrıntılı bir şekilde öğrendi; eğitimi hakkında hiçbir şey şansa bırakılmadı. Ancak küçük yaştan beri özgürlüğü yazmakta buluyordu; yazarak annesinin boğucu varlığından kurtulmayı başarıyordu.

Renée Schwarzenbach ve çocukları: Hasi solda, yeğeni Gundalena, Annemarie, Suzanne ve Freddy. Mariafeld, 7 July 1921© Alexis Schwarzenbach/Metropolis.

On beş yaşındayken, iyi ailelerden gelen kızlar için kurulmuş bir yatılı okula gönderildi. Genç yaşına rağmen, burada genç kadın yoldaşlarına duyduğu tutkuyu dışarı vurabilme imkanı oldu. Annemarie eşcinselliğini erkenden beyan etmiş, androjen güzelliği ve mağrur çekiciliği etkisini göstermeye başlamıştı. Yirmi yaşında arkadaşı ve sırdaşı Papaz Ernst Merz’e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Sana şunu söyleyebilirim ki […] sadece kadınları gerçek bir tutkuyla sevebiliyorum”.

Annemarie ve arkadaşı Fetan Enstitüsü’nde, 1925.

Annemarie, tarih alanında harikulade çalışmalar yaptı, bu çalışmalar Alman şair Rainer Maria Rilke’nin adımlarını takip ederek onu Paris’e götürecekti. The Notes of Malte Laurids Brigge onun için büyük bir ilham kaynağıydı. Kışın ortasında, pisliğinden ve griliğinden şehre olan inancını kaybetti ve yerinden edilme ve yalnızlık deneyimlerinden esinlenen Pariser Novelle adlı ilk öyküsünü yazdı. 1930’da Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Thomas Mann’ın “felaket çocukları” Erika ve Klaus Mann ile yolları kesişti. Arkadaşlıkları hayatında belirleyici bir rol oynayacaktı: Erika’yı büyük kız kardeş ve -sevgilisi değilse de- bir rol modeli olarak, Klaus’u ise alter egosu olarak görüyordu. Klaus’un da Annemarie’nin de hayatı yalnızlık ve etraflarına uyumsuzlukla şekillenmişti. Jean Cocteau’nun deyimiyle onlar ‟bu dünyada rahat yaşayamayanlar”dandı. Bir başka ortak noktaları ise eşcinsel ilişkileri ve cinsiyetsiz davranışları ile ‟cinsel belirsizlikleri”[2] idi. Ortak noktalarının en önemlisi ise ‟kayıp kuşak”[3], yani iki dünya savaşı arası dönemde yaşayan gençlere dikkatle ve kaygıyla bakmalarıydı. Hayatlarına hâkim olan endişeyle başa çıkmak için Annemarie ve Klaus telaşlı ve hareket halinde olmayı tercih ettiler. Bu nedenle Annemarie Schwarzenbach için ilk gezileri bir ihtiyaç hâline geldi.

“Sadece yazdığımda yaşıyorum”[4]: Seyahat ve yazma üzerine kurulu bir hayat

Annemarie, 1931’de 23 yaşında, tarih doktorasını tamamladıktan hemen sonra Berlin’e gitmek üzere yola çıktı. Aynı yıl yazarın otobiyografik öğelerden esinlenen ilk öyküsü Freunde um Bernhard basıldı. Berlin’de 1930’larda Nazizm’in etkisi hâlâ çok hissedilmiyordu, barların ve kulüplerin kapıları geniş eşcinsel komüniteye açıktı. Kaygılı bir keyif bulutu şehrin üzerinde geziniyordu ve bu ortamda Annemarie morfini keşfetti. Bu tahripkâr bağımlılık ona rehabilitasyon merkezlerinde dört ay boyunca eziyet edecek, cinnet ve intiharın eşiğine getirecekti. Güzelliği, hep bu yanının izlerini taşımaya devam etti: Şair Roger Martin du Gard tarafından ona verilen lakabı ‟avutulamaz melek”, ışıltılı ama acı içindeki görünümünün bu tezatlığını çok güzel ifade ediyordu.

Ancak 20. yüzyılın trajik tarihi çok gecikmeden bu özgürlüğüne düşkün kadını da vurdu. 1933’te Hitler iktidara geldiğinde Annemarie, Klaus Mann’a Die Sammlung[5] adında antifaşist bir dergi çıkarmalarını önerdi. Ancak doğanın çağrısı bu editöryel projeden daha ağır bastı: İspanya’da fotoğrafçı Marianne Breslauer ile çalıştıktan sonra Annemarie altı aylık bir Orta Doğu yolculuğuna çıktı. Türkiye, Suriye, Filistin, Lübnan ve Irak’ı boydan boya geçtikten sonra İran’a vardı ve orada A Winter in the Middle East isimli ilk seyahat anlatısını kaleme aldı. Ancak Annemarie Schwarzenbach bir oryantalist değildi. İran’a yaptığı seyahatlerde egzotik bir düşün peşinden gitmiyordu, Gérard de Nerval’ın Travel to the Orient isimli kitabında anlattığı gibi seyahat halindeyken kendinden geçip başka ile karşılaşma deneyimini yaşıyordu. Acı çeken ve çağlarının dışında iki romantiğin Nerval ve Schwarzenbach’ın entelektüel ve ruhani yakınlığı var. Onlar için Doğu bir fetih ya da fantezi alanı değil, tam tersine ruhlarındaki acıları yansıtan bir mekân olma özelliğini taşıyor.

1934’te Moskova Yazarlar Kongresi’ne katılmak üzere Sovyetler Birliği’ne yola çıktı. Burada André Malraux ve Louis Aragon ile tanıştı. Annemarie, Bolşevik model karşısında duyduğu heyecanı saklamadı. Arkadaşı Claude Bourdet’e yazdığı bir mektubunda edebiyatın SSCB’deki yeri hakkında şöyle diyordu: ‟Burada Gorki gibi biri de tıpkı Stalin gibi ilginin odağında, gerçek bir ulusal kahraman- ve burada herkes edebiyatla ilgileniyor”. Daha sonra buradan ayrılıp, Tiflis ve Bakü üzerinden Tahran’a gitti. Bu ikinci İran seyahatinde Rey antik kentinde arkeolog olarak çalıştı. Açık eşcinsel bir Fransız diplomat olan Claude Clarac ile de nişanlanmaya karar verdi. Bu birliktelik onu ailesinin himayesinden tamamen kurtaracak ve azimle özgür bir kadın olmasını sağlayacaktı. 1935’te evlenmek için üçüncü kez İran’a dönüşünde, en ünlü metni Death in Persia’yı yazmaya başladı.

Annemarie Schwarzenbach ve eşi Claude Clarac © İsviçre Edebiyat Arşivleri.

Ancak balayı kısa sürdü, 1936’da Annemarie partneri Barbara Wright ile ABD’ye gitmek için yola çıktı. Bu dönemde önemli bir muhabir oldu: Kuzey’deki endüstriyel şehirlerdeki sefaleti anlatırken, Güney’deki ırk ayrımını ifşa ediyordu. Yazıları gittikçe hırçınlaşıyor ve Amerika’da uygulanmaya konmuş olan Yeni Düzen (New Deal)’de insanların yaşadığı sefaleti gözler önüne seriyordu. Bu dönemde bir mektubunda kendini ‟emek yazarı”[6] olarak tanımladı ve yaşanan fakirliğin sorumlularını ifşa etmeyi ana misyonu hâline getirdi.

 

 

1930’larda kuir olmak ya da ‟androjenin trajik azameti”[7]

Annemarie Schwarzenbach’ın heyecanlı biyografisinde bu dönemde detoks tedavileri ve birkaç amaçsız seyahat dışında iz bırakan bir şey yoktu. Ancak Eylül 1938’de ünlü İsviçreli yazar ve gezgin Ella Maillart’ın ile karşılaşması onu rehavetten kurtardı. Tanışmalarının üzerinden bir sene bile geçmeden 6 Mayıs 1939’da iki kadın Annemarie’nin Ford marka arabasıyla Afganistan’a doğru yola çıktılar. Annemarie’nin bu döneme ait fotoğraflarına bakarsanız, seyahat arkadaşıyla beraber Butler’ın deyimi ile gerçek bir ‟cinsiyet belası” meydana getirdiklerini görürsünüz. Erkeksi saç kesimi, erkek gömlekleri, pantolonları, Anadolu’da, Kafkaslar’da ve İran’da arabasını kullanırken sigara içmesi nedeni ile çoğu kez erkek sanılıyordu. Bu yolculuk, Annemarie’nin bağımlılığının gölgesi altında geçecekti: Ella Maillart tinsellik ile çok ilgileniyordu ve arkadaşının bu yolculukta ‟aklının dengesini ve sağlığını” bulmasını umuyordu ancak Annemarie geri dönülemez bir şekilde kendini uyuşturucuya vermişti. İki kadın Ağustos 1939’un sonlarında Kabul’e vardıklarında Avrupa’da savaş çıkmıştı ve Hitler Polonya’yı istila etmişti. İki arkadaş bu noktada yollarını ayırmaya karar verdiler: Ella Maillart seyahatine Hindistan’a doğru devam etti, Annemarie ise savaştan darmaduman olmuş Avrupa’ya geri dönmek üzere bir gemiye bindi. Ella Maillart, bu seyahatten sonra The Cruel Way kitabını yazacaktı. Kitaptaki ‟karmaşık yolu, cehennemin zalim yolunu”[8] seçen Christina karakterinin Annemarie Schwarzenbach’tan esinlendiği rahatlıkla fark edilebiliyordu.

Annemarie Schwarzenbach ve Ella Maillart, Haziran 1939 © Keystone/Photopress-Archiv

1940’ta Annemarie’nin hayatı cehenneme dönmeye devam diyordu. Partneri Margot von Opel ile New York’a doğru yola çıktığında psikotik ataklar, intihara teşebbüsleri ve müşahede altına alınmalar birbirini takip etmeye başladı. Bu felaketi andıran seyahatin tek aydınlık tarafı, ilk romanı The Heart Is a Lonely Hunter’ı yeni yayımlanmış olan genç yazar Carson McCullers ile tanışması oldu. 23 yaşındaki bu kadın Annemarie’ye hemen hayran oldu, onun ruh ikizi olduğunu düşünerek idolleştirdi. Her ne kadar iki kadın iletişimlerini Annemarie’nin hayatının sonuna kadar sürdürmüş olsa da, Annemarie genç Amerikalı yazarın duygularına karşılık vermedi. Yine de Carson, 1941’de yayımlanan Reflections in a Golden Eye romanını Annemarie Schwarzenbach’a ithaf etti.

Amerikalı yazar Carson McCullers, 1947 © Fotoğraf: Henri Cartier-Bresson/Magnum

Aynı sene, Annemarie Avrupa’ya geri döndü, Lizbon’a uğrayarak tekrar gazeteciliğe başladı. Nisan ayında direnişe, özellikle de Özgür Fransa Kuvvetleri’ne katılmak üzere Belçika Kongo’suna gitti. Ancak bu aristokrat ve Almanca konuşan yalnız kadının varlığı Brazzaville’deki küçük sömürge topluluğunu rahatsız etti ve kısa süre içerisinde onu Nazi Almanyası’na çalışan bir casus olmakla suçladılar. Direnişe katılımı kısa sürdü, ama Annemarie bunu sorun hâline getirmedi ve Kongo Nehri’nde bir yolculuğa çıkmaya karar verdi. Molanda’da bir plantasyon sahibi olan zengin Madame Vivien ile tanıştı ve beraber Uganda ve Ruanda sınırlarına bir seyahate çıktılar, ardından da Sudan’ı boydan boya geçtiler. O zamanlar Fransız Ekvatoral Afrikası adı verilen bu bölgede geçirdiği zaman ona Tétouan (Kongo-Ufer / Aus Tetouan) isimli bir şiir serisi ve Das Wunder des Baums isimli bir roman yazması için ilham verdi.

Madame Vivien Kongo’da, Fotoğraf: Annemarie Schwarzenbach, 1941 © İsviçre Ulusal Kütüphanesi.

Annemarie 1942’de yazılarını da yanına alarak önce Lizbon’a, sonra da Tétouan’a, kocası ile buluşmaya gitti. Bu yolculuğundan çok etkilendi ve sonbahar olmadan Fas’a geri dönmeyi planladı. Ancak 6 Eylül 1942’de, 34 yaşındayken, Annemarie bisikletten ölümcül şekilde düştü. Harap hâle gelmiş melek, birkaç hafta sonra İsviçre’de yaraları nedeni ile hayatını kaybetti. Öldüğünde annesi ve büyükannesi birçok yazısını ve mektubunu yaktı: Klaus ve Erika Mann, Ella Maillar ve Carson McCullers’dan gelen yüzlerce mektup, duman olup havaya karıştı. Arkadaşı Anita Forrer’den miras kalan yazılarının çoğu unutuldu. 1980’lerin sonuna kadar yazıları basılmadı, yeniden keşfedilmiş olmasına rağmen, yazar-gezginin hayatının neredeyse tamamen unutulduğunu görüyoruz.

Bu hafıza kaybı, Annemarie Schwarzenbach gibi özellikle kuir ve lezbiyen kimlikleri temsil eden kadın yazarları dışlayan erkek egemen tarih ve edebiyat düzeninin bir göstergesi. Öte yandan Schwarzenbach’ın kariyeri, iki savaş arasındaki dönemde eşcinselliğin göreceli olarak ne kadar daha özgürce yaşandığını ve entelektüel ortamlarda kabul gördüğünü bize hatırlatıyor. Aynı zamanda da non-binary ve trans kimliklerin 21. yüzyılda ortaya çıkmadığını, farklı şekillerde tarih boyunca hep var olduklarını hatırlatıyor. Bu anlamda feminist bir perspektiften bakıldığında Annemarie Schwarzenbach’ın yeniden keşfi nötr bir eylem değil; iki dünya savaşı arasındaki dönemde kuir bir kadının yolculuğunu görünür kılıyor ve bu kültürü oluşturan elementleri anımsatıyor: Travesti şovları, eşcinsel ilişkilerin az çok açık yaşanması ve erkek olarak giyinmenin cazibesi ve rahatlığı… Annemarie gerçek bir kuir ikon olarak daha çok bilinmeyi ve LGBTQ+ komünitesi tarafından da yeniden keşfedilmeyi hak ediyor.

Annemarie Schwarzenbach ve Erika Mann Paris’te, 1930.

Annemarie Schwarzenbach 20. yüzyılın ilk yarısının karmaşıklığına saplanan kaderiyle, hem tanıdık hem de yabancı bir figür olarak bizi etkilemeye devam ediyor. Avutulamaz melek, erkek merkezli olmayan bir tarih ve sanat düzeni ortaya çıkarmamız için gerekli estetik ve siyasi hususları keşfetmek üzere parlak bir başlangıç noktası.

Çeviren: Deniz İnal

Bu yazının orijinali 10 Haziran 2021’de Çatlak Zemin English’de yayınlanmıştır.

[1] Dominique-Laure Miermont, Annemarie Schwarzenbach ou le mal d’Europe, Petite bibliothèque Payot, sf.19.

[2] Dominique-Laure Miermont, Annemarie Schwarzenbach ou le mal d’Europe, Petite bibliothèque Payot, sf.76.

[3] Getrude Stein tarafından dile getirilen bir ifade.

[4] Annemarie Schwarzenbach, Journal from Kabul, 1939.

[5] Derleme/koleksiyon/toplama anlamında.

[6] Arnold Klüber’e mektup, 4 Şubat 1938.

[7] Ella Maillart böyle tanımlıyor, The Cruel Way, 1947.

[8] Ella Maillart, The Cruel Way, 1947.

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.