Feminist akademisyen Alev Özkazanç’la son yıllarda akademinin gündeminde yer alan iki üniversiteyi, Ankara Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi’ni, feminist çalışmaları ve tartışmaları, cinsel taciz ve saldırıyı önleme birimlerinin deneyimlerini, üniversite içerisindeki faal dönemleri birbiriyle denk gelmemiş iki feminist olarak son on yılda neler gözlemlediğimizi, üniversitelerin önemini konuştuk. Beş yıl önce Ankara Üniversitesi tartışmaların odağındaydı. Şimdi ise Boğaziçi. Değişen dönüşenleri hatırlamaya, üniversite içindeki feminist çalışmalara katkısı olması dileğiyle.

İnci Eviner, Forest of Opportunities, 2020.

Cemre: Ben 2008’den beri feminist hareketteyim, Boğaziçi Üniversitesi’nde sosyoloji okudum, 2016’dan beri de aynı üniversitede Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu (CİTÖK) Ofis Koordinatörlüğü yapıyorum. Alev, sen 1990’lardan 2016’da emekli olmak zorunda kalana dek Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’ndeydin. Çok zamandır da feminist politika içerisindesin. Ankara Üniversitesi’ndeki Cinsel Taciz ve Saldırıya Karşı Birim’e (CTS) ne zaman girdin, üniversitelerde cinsel tacizle mücadele sürecine nasıl dahil oldun? Türkiye’deki üniversiteler içerisinde bu birimlere sahip üniversitelerden, Sabancı ve Boğaziçi ile birlikte, en eskilerinden birisi Ankara Üniversitesi. İlk kurulan birim mi?

Alev: Biz bu işe 2010’da kalkıştık, araştırmalarımızı yaparken sadece Sabancı Üniversitesi’nde 2007’de çıkarılmış bir politika belgesi olduğunu gördük. Kurumsal bir örgütlenme henüz yoktu. Sanıyorum CTS gibi bir kurumsallık ilk kez Ankara Üniversitesi’nde ortaya çıktı. Biz 2012’de cinsel taciz ve saldırıya karşı politika belgesi yayınladık, aynı yıl Cinsel Taciz ve Saldırıya karşı Destek Birimi’ni (CTS) kurduk. Ben de o zamandan 2016’da emekli olana kadar birim kurulu üyesi olmayı sürdürdüm. Politika belgesini Ankara Üniversitesi’nde bugün hâlâ CTS biriminde koordinatör olarak görev yapan hukukçu akademisyen Gülriz Uygur’la ikimiz hazırladık ve birim kurulunu oluşturarak çalışmalara başladık.

Cemre: Öte yandan Ankara Üniversitesi’nde süregiden köklü bir kadın araştırmaları merkezi tarihi de var.

Alev: Biz, Ankara Üniversite’sinde 1993’te kurulan Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi (KASAUM) ve 1996’da kurulan Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı çevresinde toplanan çok geniş bir ekiptik ve uzun yıllar boyunca birlikte önemli işler yaptık. 2012 yılında CTS gibi büyük bir işe kalkışmamızın ardında da bu birikim ve özgüven yatıyordu. Hem merkez hem de anabilim dalı olarak bu alandaki ilk kurumlardan biriydik. 1990’larda öncü kurumlar oluşmuştu: Bizden önce ODTÜ’de ana bilim dalı vardı, İstanbul Üniversitesi’nde de kadın araştırmaları merkezi kurulmuştu. Günümüzde sanırım 85 üniversitede kadın merkezi var. Ayrıca birçok yerde yüksek lisans eğitimi veren interdisipliner bölümler olarak kadın ve toplumsal cinsiyet anabilim dalları da kuruldu. Aynı zamanda bu konuda ülkedeki ilk ve tek doktora programı da 2011’de Ankara Üniversitesi’nde açıldı. Ne yazık ki bu birikim, 2016 sonrasında yaşanan büyük tasfiyeler ile ciddi bir darbe yedi. Barış akademisyenlerinin ihracıyla başlayan kurumsal gerileme sürecinde, KASAUM ve CTS de çok zarar gördü. İhraçlar, zorunlu emeklilikler ve istifalar nedeniyle KASAUM büyük bir akademik kayba uğradı, çok sayıda ders kapandı.

Cemre: CTS biriminin kurulma sürecinde ne gibi olaylar motive etti sizi?

Alev: Dediğim gibi biz, 90’lardan itibaren birlikte çalışan geniş bir gruptuk, ağırlıklı olarak Cebeci Kampüsü’nden, yani Siyasal Bilgiler, İletişim ve Eğitim Bilimleri Fakültelerinden feminist akademisyenlerin oluşturduğu bir grup. 2009 yılında, İletişim Fakültesi’ndeki bazı erkek akademisyenlerin öğrencilere yönelik cinsel taciz olayları biliniyordu, açıkça kamusallaştırılmış olmasa da önemli bir gündemdi. O gündemi izliyorduk ama kurumsal olarak bir şey yapamıyorduk. Özellikle İletişim Fakültesi’nden arkadaşlar, bir politika belgesi yazmamız gerektiğini söylüyorlardı, bu fikri ilk dile getirenler onlardı. Ama o sıralar bu işe kalkışamadık. Esasında KASAUM olarak cinsel tacizi gündeme almamızın kışkırtıcı sebeplerinden biri de 2010 yılında patlak veren KESK olayı oldu. O sıralarda birkaç sendika ya da sosyalist partide de benzer olaylar ortaya çıkmış, çok büyük kurumsal çözülmeler yaşanmıştı. Daha önce de medyaya yansıyan olaylar olmuştu, ama KESK’te yaşanan olay ile sanırım ilk kez bir cinsel taciz vakası ulusal çapta dikkat çekti ve tartışılmaya başlandı. KESK’teki sürecin gidişatı, geri plandaki siyasi tehditlerin farkına varmamız, sarsıcı bir süreçti. Tam bu sırada 2010-11’de Ankara Üniversitesi’nde ortaya çıkan bir cinsel taciz olayı sonrasında biz daha net biçimde olaya dahil olmaya karar verdik. Bu olayı üniversite kamuoyu ve biz, ancak olay medyaya yansıyınca öğrendik. Ve öğrendik ki, mağdur kadın rektörlüğe başvurmuş ve bir sonuç alamayınca medyaya konuşmuş, hatta meclise gitmiş. Üniversite kamuoyu birbirine girdi, herkes çok şaşkındı. Biz tam o dönemde KASAUM olarak açık bir mektup yazdık rektörlüğe ve şöyle dedik: “Görüyoruz ki üniversitenin böyle bir olay olduğunda bunu ele alıp kurumsal olarak değerlendirecek bir hazırlığı, farkındalığı, kurumsal yapısı yok ve bu durumun kötü sonuçlarını bu olay nezdinde görüyoruz, biz bu tip bir kurumsal yapının oluşturulması için talibiz… Bir politika belgesi yazmak ve kurumsal yapı oluşturmak istiyoruz.” dedik. Rektör bunun üzerine hemen işbirliği gösterdi ve Gülriz ve ben KASAUM’daki arkadaşlara da danışarak birkaç ay süren görüşmeler sonucunda politika belgesini yazdık ve CTS’yi kurmuş olduk.

Cemre: Rektörün desteği açıktı yani?

Alev: Evet mektubun ardından hemen çağrıldık, çok ciddiye aldılar ve her türlü desteği gösterdiler. Bildikleri bir konu değildi bu tür politika belgesi, yine de samimi bir şekilde bize tam destek oldular. Türkiye’de genel olarak bu konularda önce hep iyi, güzel, yapın deniyor sonra bazı çıkarlar zedelenip hassas dengeler sarsıldığında tepkiler doğuyor. O tarihte üniversite bürokrasisi herhangi bir olumsuz tepki göstermedi ve o dönem sergilenen işbirliği ile politika belgesi ve birime sahip oldu Ankara Üniversitesi. CTS, kurumsal olarak KASAUM’a bağlı tanımlandı; KASAUM güçlü bir zemindi bizim için, bu birimi de onun içerisinden çıkardık.

Cemre: CTS biriminin kurulmasının üzerinden neredeyse on sene geçti. Ülke içinden ya da dışından nasıl örnekler ve neler tartıştınız o dönem?

Alev: İlk kez 2009’da konuyu gündemimize aldığımızda önce ABD üniversitelerinin cinsel tacize karşı belgelerine baktık. Sabancı Üniversitesi’nde 2007 yılında yazılan metin de Amerikan belgelerine benziyordu ve Türkiye’de yazılan ilk politika belgesi oydu. Bizim de bu tür bir belge çıkarmamız gerektiği konusunda arkadaşlarımızın önerileri vardı. ABD’deki belgelerden faydalandık ama doğrudan çeviri olmaması gerektiğini düşündük. Biz politika belgesini yaparken, TCK ile bu belgenin uyumlu olmasını da gözettik. TCK da cinsel tacizi tanımlamıştı ve cinsel taciz ile cinsel saldırı arasında temel bir ayrım çiziyordu.

Ayrıca, ABD belgelerinde görmediğimiz bir madde ekledik:“Bu belgenin amacı ilişkilere müdahale etmek, onları disipline sokmak, belirli bir cinsel ahlakı dayatmak, ifade özgürlüğü ya da bu konulardaki tartışmaları engellemek değildir” diye bir madde yazdık. Böyle bir belgenin uygulanmasıyla birlikte düşülebilecek bazı tuzaklara düşmemek ve suistimallere yer vermemek için bir uyarıda bulunmak istedik.

Benim kişisel olarak baştan beri Amerikan tarzı politika belgelerine dair bazı eleştirel yaklaşımlarım oldu. Daha tartışmalarımızın ilk başlarında hızlı bir belge yazmak konusunda bazı uyarılarda bulundum. Hatta 2009’da bu konuyla ilgili bir yazı da yazmıştım Feminist Politika dergisinde… Benim önerim çok hızlı davranmamak yönündeydi, bu tür disipliner bir mekanizmayı birdenbire yerleştirmek ve tanıtmak iyi olmayabilir diye düşünüyordum. Bizim üniversitede ya da en azından Cebeci Kampüsü’nde bir kampanya başlatmamız, akademisyen, kulüp, öğrenci, sendikaları içerecek şekilde bu konuları tartışacak yaygın toplantılarla ilerlememiz lazım dedim. Bu kampanyanın ilerlediği bir noktada politika belgesi yazmak ve birimi kurmak bana daha anlamlı geliyordu. Başlangıç için de kampüs içerisinde küçük çaplı bir araştırma yapmayı önerdim. Kabul edildi ve Cebeci Kampüsü’nde farklı fakültelerde cinsiyetçi kültür ve cinsel tacizle ilgili özellikle öğrencilerin ne düşündüğünü anlamak için birtakım görüşmelere başladık.

Cemre: Yüz yüze görüşmeler miydi bunlar?

Alev: Yüz yüze, çok enformel şekilde yaptık. Neler oluyor, neler konuşuluyor, ne gibi sorunlar var? Bunları anlamak için yapılmış görüşmelerdi. Küçük çaplı bir araştırmaydı, ama çok anlamlı oldu. Her fakülteden arkadaşlarımız raporlar yazdılar. Ben de SBF’de görüşmeler yaptım. Fakültelerin özellikleri, öğrenci kültüründeki farklar öne çıktı. SBF, Hukuk ya da Eğitim Bilimleri arasındaki kültürel farklar örneğin. Araştırma sonrasında ne yazık ki kampanyayı başlatamadık, araya başka gündemler girdi ve ancak iki yıl sonra biraz önce bahsettiğim cinsel taciz olayı üniversitede patlak verdiğinde konu yeniden ve bu kez daha yakıcı biçimde gündemimize girdi ve bu kez hızlı davranıp politika belgesini yazarak CTS’yi kurduk.

Ayrıca şunu da söylemek isterim. Benim baştan beri sadece cinsel taciz odaklı bir yapının oluşması konusunda da tedirginliklerim vardı, hâlâ da var aslında. Ben her zaman cinsel taciz ya da saldırının, üniversitede eşitlik ve ayrımcılıkla ilgili daha başka konularla da bağlantısını kuran bir örgütlenme ya da bir hareketlilik oluşmasını arzu ediyordum. Dahası, meselenin cinsellik, cinsel kültür, cinsiyetçilik ile bağlantılı ele alınmasını öneriyordum. Mesela, o küçük araştırma sırasında cinsel taciz sorunlarının büyük ölçüde cinsel kültür ve cinsellikle ilgili olduğunu da gördük. Oysa feministler, cinsel tacizi hep tecavüz gibi ele alır ve şiddet paradigmasında düşünür; cinsel taciz ve saldırının, cinsellikle değil, şiddetle ilişkisinin görülmesini önerirler. Genel olarak hep, “cinsellik değil bu, şiddet” diye bir kodlama vardır. Ben o zamandan beri bunun hatalı ya da yetersiz bir bakış olduğunu düşünüyorum. Özellikle cinsel saldırı değil de cinsel tacizden bahsederken bu böyle. Bizim cinsiyetçi kültür ve cinsellik, taciz ve saldırı konularında hepsine ayrı konuşma biçimleri ve bilgilenme alanları açmamız ve mücadele araçları geliştirmemiz gerekiyor bence. Yani bu tacizle birleşiyor, ama tacize indirgeyemeyeceğimiz bir alan da söz konusu. Bizim araştırmamızda ortaya çıktığı üzere, cinsiyetçi kültür sorunu içerisinde örneğin cinsiyete dayalı bir segregasyon, kadın-erkek karma alanların azlığı, muhafazakarlık veya dedikodu kültürü gibi sorunlar var ve bunlar hiç de önemsiz şeyler değil. Örneğin kampüste yaptığımız görüşmelerde, kadınlar kampüsteki öğrenci kültüründe, özel yaşama, cinsel yaşama dair yapılan dedikodulardan çok şikayetçi oldular.

Cemre: Şimdi akran zorbalığı tanımı da bunlar içerisinde.

Alev: Bence meselelerin en önemli yönleri bunlar. Taciz konuşurken bunları da konuşmamız gerekiyor. Konuyu salt disipliner yani kurumsal, hukuki, disiplin, mevzuat ya da soruşturma üzerinden almakta bir sorun görüyorum. Ben de CTS’nin kurucularından biriyim ve elbette bunun gereklerini yaptım, soruşturmalara da girdim, ceza da önerdim vb. Zaten bunlar da yapılması gereken şeyler elbette. Ama yine de başka bir açıdan baktığımda akademideki feministler olarak bizler, üniversiteleri, birbirine eklemlenen sorunlar açısından daha çok boyutlu bir feminist politikanın örgütlenebileceği bir yer olarak görmeliydik diye düşünüyorum, ne yazık ki çok da fazla böyle örgütleyemedik.

Cemre: TCK ile uyumlu olarak politika belgesini oluşturmak dedin, YÖK Öğrenci Disiplin Yönetmeliği 2012’de değişiyor ve cinsel taciz ve saldırı tanımları giriyor. Sonra kurulan birimler TCK ve Yönetmeliğin tanımlarından faydalandı. Yasal mevzuat, bu birimlerin kuruluşunda önemli bir dayanak oldu. Birimlerin cinsel taciz ve saldırı odaklı olmasının bir nedeni de, üniversitelerin tıpkı başka eşitsiz ve ayrımcı durumların ortadan kalkması için sorumluluğu olduğu gibi, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan davranışların yaşanmaması için de harekete geçmesi gerektiğini belirtmekti.

Daha çok boyutlu feminist politika açısından da, bana kalırsa da, eşitliğin, cinselliğin, kişiler arası ilişkilenmelerin konuşulması lazım. Birimlerin iş tanımları yapılırken salt disiplin mekanizmalarını işletmek üzere çalışırlar diye düşünüldüğünü sanmıyorum. Ama o alan da çok katmanlı ve zor bir alan olduğu için belki bu birimler bu alanda kısıtlı kalıyor denebilir. Disiplin mekanizmalarının işlemesini tabii yine de çok önemli görüyorum, çünkü birimlerin olmadığı yerde ortada kalıyor bu süreçler. Halbuki birim olmasına da gerek yok resmi şikayetler için.

Boğaziçi’nde hep diyoruz CİTÖK esas olarak tacizi önleme faaliyeti yapmak üzere kurulmuş bir yer, esas amacı disiplin faaliyeti yürütmek değil diye.

İnci Eviner, Soylu Adam, 2018.

Alev: Haklısın. Ben de şunu vurgulamak isterim. Biz de yazdığımız politika belgesinde önleyici ve farkındalık yaratıcı etkinlikleri öne çıkardık. Uygulamada da böyle oldu. CTS, daima önleyici, farkındalık yaratıcı çalışmalara çok önem verdi ve hukuki danışmalığın yanısıra psikolojik destek de sundu. Çok sayıda bilgilendirme toplantıları düzenlendi ve fakülte bazında geniş bir örgütlenmeye gidildi. Bildiğim kadarıyla AÜ CTS, hâlâ bu zor koşullarda bile bunları yapmaya devam ediyor ve özellikle kalabalık bir gönüllü öğrenci (300 öğrenci) desteğiyle çeşitli etkinlikleri düzenliyor.

Biraz da sen bahseder misin, CİTÖK olarak neler yaptınız, yapıyorsunuz? CİTÖK’ün önleme faaliyetleri neler?

Cemre: CİTÖK komisyon olarak 2012’de kuruldu, ofisi de 2016’da açıldı. Son üç senedir daha düzenli şekilde eğitimler ve toplantılar yapıyoruz. Öğrenciler, idari personel, akademisyenler her kesime ulaşmaya çalışıyoruz. Ama kapasite olarak epey zor tabii bu. Hazırlık öğrencilerine zorunlu derslerimiz var. Flört şiddeti hakkında forumlar, profesyonelleri çağırdığımız cinsel sağlık eğitimleri de var. Ben de kendi deneyimimde şunu gördüm; patriyarkanın getirdiği tahribatın bir biçimi de bilgiye erişimde eksiklik. Bu, tanımlar, haklar, cinsel sağlık ve daha fazlasını kapsıyor. Bunu 2016’da CİTÖK Ofisinin kurulmasıyla artan başvuruların ortaklaşan ihtiyaçlarında görüyorum.

Alev: Biraz daha açar mısın? Alanda gördüğün ihtiyaçlar ve sorunlar neler?

Cemre: Ben beş senedir burada çalışıyorum ve ofiste görüşmeleri -gerektiği durumlar dışında- sadece ben yapıyorum. Görüşmelerin hemen hepsi pandemiye kadar yüz yüzeydi. Görüşmeler yarım saat ile bir saat arasında sürüyor. Buradan bakınca epey bir deneyimim oluştu. Başlarda ben de, “Bir şikayet var, YÖK yönetmeliği ve TCK var, doğru yönlendirme ile gerekli mekanizmaların işlemesi gerekli.” gibi bir düşünce içerisindeydim. Cinsel taciz vb. bir şikayet varsa üniversite sorumluluğunu yerine getirmeli ve ben de başvurana doğru bilgiyi vermekle yükümlüyüm, diyordum. Benim için feminist hareketin içinde olmak çok avantaj oldu, böylece görüşmeler teknik bir yönlendirmeden ibaret hiç olmadı. Başvuranların çoğu zaten yaşadığı şeyin adını koyarak gelmiyor ve o yüzden uzun uzun yaşananları, bir olay varsa arka planını konuşuyoruz. O yüzden de gördüm ki aslında biz çoğunluğu yakınlarıyla olan patriyarkal ilişki biçimlerini konuşuyoruz.

Alev: Yakınlar derken üniversite öğrencileri arasındaki ilişkileri mi yoksa aile, akrabayı da mı kastediyorsun?

Cemre: Çoğunluğu öğrencilerin yaşadığı sevgililik ya da flört ilişkileri oluşturuyor ve ama aileler hakkında da başvuru oluyor. Daha az olmak üzere akademisyen, idari personel de şikayet ediliyor. Ama esas konu akranlar arası ilişkiler.

Bir saate yakın süren ve içeriği aslında ortaklaşan görüşmeler bende şunu uyandırdı: Bu görüşmelerin sonucunda çoğu zaman resmi bir sürece evrilecek bir şey çıkmıyor, ama bariz rahatsız olunan ve birileri bir şey yapsın istenen durumlar var. Buradaki ihtiyaç ne diye düşünecek olursak, geniş feminist gündeme bakarak ve Boğaziçi dışına da çıkarak, anlamak lazım. Benim çarpıcı şekilde yaygınlığını gördüğüm durum şu: Romantik ilişkiler; akran zorbalığı, kadınlar arası çatışmalar, ilişkinin ne olması gerektiğine dair eşitsiz ve şiddete meyyal stereotiplerin içselleştirilmesinden besleniyor. Bunun sonucu olarak da, karşılıklılık içeren bir ilişki kurmak, bunu sağlıklı ve şiddetsiz yaşamak mevhumu zarar görüyor, eksiliyor. Cinsel sağlık konusu örneğin çok büyük bir eksiklik.

Alev: Cinsel sağlık derken üreme sağlığını mı söylüyorsun, bunun dışında başka ne gibi konular var gündeme gelen?

Cemre: Sadece üreme odaklı demiyorum. Elbette gebelikten veya enfeksiyondan nasıl korunulur bilgisinin eksikliğini de kast ediyorum, ancak daha genel olarak, kendi bedenine, arzusuna, sevişmenin ne olup olmadığına, kendisinin nereye kadar, ne zaman onay vereceğine, romantik ilişkide dahi olsa hayır diyebileceğine, zorunda olmadığına dair bilme halinden söz ediyorum.

Cinsel sağlık dememin sebebi hepsinin çok iç içe olması. Günlük ped kullanımından doğum kontrol hapına, spiralin varlığına, jinekolog muayenesinin ne zaman olacağına mesela. Sağlıklı beden ve sağlıklı cinsellik nasıl olur? Doktor kontrolünü düzenli yaparak olmaz sadece, eşit bir ilişki ile olur. O yüzden temelin eşitsiz ilişkilenmenin içselleştirilmesinde yattığını düşünüyorum. Şöyle bir baskı var mesela: Artık üniversiteye geldim, biri benimle flört ediyor, ben de herhalde bu işler böyle deyip tamam dedim, sonra daha fazlasını istedi, ben istemedim, üzerine konuşmadık, birbirimizin fikirlerini bilmiyoruz, sevişmeye zorladı ben istemeyince, bekaretin bozulmasın dedi oral seks yaptırdı. İşte buradan flört şiddetine kapı açılıyor ve zamanla yanlış giden bir şey var burada denmeye başlıyor. Bir şikayeti ucundan yasaya bağlayıp ne yapılabileceğini söylemekten çok daha fazlasını konuştuğumuz açık. Hukuki yolları ve soruşturma süreçlerini konuşmak daha kolay bazen, çünkü yasada tanımlı olan belli. Ama bu örnekteki gibi sistematik bir süreç anlatıyorsa, o sistematikliği deşifre etmek gerekiyor. Bütünlüklü bir yaklaşım, nokta atışı bir “şuraya şikayet edebilirsin”den daha fazla ihtiyacımız olan şey bence, elbette öbürünün önemini azımsamadan söylüyorum.

Alev: Sen başvuranlara onların anlattıklarının disipliner bir sürece uygun olmadığını düşündüğünü ilettiğinde ne tür tepkiler alıyorsun? Tepkileri nasıl yorumluyorsun?

Cemre: Bazen hayal kırıklığı. “Bana şiddet uyguladı nasıl şikayet edemem?” sorusuyla karşılaşıyorum. Baskı ve aşağılama içeren bir ilişkinin organik bir parçası haline gelmiş hakaret veya cinsel şiddetin hukuk yoluyla cezalandırılıp cezalandırılamayacağı özenle ve dikkatli konuşulması gereken bir şey. Psikolojik şiddet eylemlerinin hepsini hukuk veya yönetmeliklerde arayamayız. Aramak da doğru mudur, bu da bir tartışma. Sosyal hayatımızda bu tür ilişkilere onay veriyoruz ya da onlardan azade bir çevre kurmaya çalışıyoruz. Bu da emek istiyor, o yüzden böylesi bir cevap, çok yürek serinletici gelmiyor, anlıyorum.

Anlatılan meseleyi etraflıca konuşarak, ilişkinin bu şekilde yaşanmasının örgütlü (birbirinden öğrenilen, içselleştirilen, yaygın olan) süreçler olduğunu birlikte keşfettiğimizde, o zaman yaşananın bir hamleyle çözülecek bir şey olmayabileceğini anlamak mümkün oluyor. Daha fazlası üzerine kafa yorduğumuzda, kendi hayatımız için güçlendirici ve maruz kalınan durumun içinden çıkaracak bir şeyler düşünmenin de gerekliliğini görebiliriz. Eğer konuşma açık bir şekilde ilerlerse, o zaman parçalar yerine oturuyor, eşitsiz davranışları ve birbirlerini mümkün kıldıklarını konuşmak daha kolay olabiliyor. Başvuran “Ceza alsın, siz nasıl bir şey yapmazsınız?” gibi daha öfkeli veya sıkışıklık içerisinde olursa, görüşmeler çıkışsız olabiliyor.

Alev: Gelen kişilerin ne kadarı kurtulamadıkları bir şeyden (askıntı olma, zorlama, şantaj, tehdit gibi) kurtulmak için sizin müdahalenizi istiyor? Ya da ne kadarı bitmiş bir ilişki sonrasında başvuruyor? Akut probleme müdahale etme durumunuz oluyor mu?

Cemre: Oluyor elbette, yani devam eden hakaret veya ısrarlı takipten kurtulmak için başvuranlar az değil. İçinde bulunduğu durumu, bu şiddet mi sizce diye danışan da oluyor. Soruşturma açmak için dilekçe vermek isteyen ya da avukat soran da oluyor elbette. İlişki bitip de ortak alanlar, kampüs, dersler sebebiyle eski sevgilisiyle yan yana gelen ve geçmişteki fiilleri sebebiyle şikayet etmek isteyen de oluyor.

Alev: Flört şiddeti başvuruları çok arttı diyorsun. Tam olarak neden söz ediyorsun? İlk yıllarda bu terim pek kullanılmıyordu, sonra çok yaygınlaştı. CTS başvurularında, ilişki içinde ya da biterken yaşanan ağır tehdit, şantaj, ısrarlı takip gibi durumlara tanık oldum. Bugün sizin önünüze flört şiddeti kapsamında ne gibi sorunlar geliyor acaba? Değişen örüntüler var mı?

Cemre: Eşitsiz ilişkilenme biçimleri de birbirinden öğreniliyor. Flört şiddeti de orada cisimleşiyor. Sosyal medya kullanımı ve telefon odaklı hayat da burada devreye giriyor. Bugün flört şiddetinin sıradan hareketleri arasında, partnerler arasında şifreleri paylaşmak, ‟son görülme”yi kapayamamak, atılan mesaja cevap vermemenin kavga sebebi olacağını bilmek, kimlerle görüşüleceğinin partnerlerden birinin belirlemesi ve özel fotoğrafların yine aynı partner tarafından şantaj unsuru olması var. Bu, sınırların ortadan kalktığı ve birinin diğerinin üzerinde dominasyon kurduğu, diğer tarafa kendi başına var olamayacağını hissettirerek onu izole eden bir ilişki biçimi. Bunlar tabii, kıskanma, romantizm vs ile meşrulaştırılıp içselleştiriliyor. Elbette bunlar hep vardı, ama araçları değişti, doğal olarak biçimleri de değişiyor. Bu manipülasyon ve sindirme ile beslenen halin ileri noktası fiziksel şiddet; cam kırmak, telefon fırlatmak, duvarı yumruklamak gibi, doğrudan kişiye saldırmadan fiziksel şiddet uygulamak. Bunlar da yaygın yaşanıyor.

Alev: Ama bunlar hepsi birlikte şiddet başlığı altında olduğu için, şiddet de suç olduğu için, başvuran kadınlar da bu fiillerin cezalandırılması gerektiğini düşünüyor olmalı. Sanırım bu alanda feminist politikanın ayrı adlandırmalara ihtiyacı var. Hepsini dolaysız olarak birbirine indirgenebilir şeyler olarak değil, öznellik ve faillik durumlarını gözeterek ayrı ayrı ele almalı bence.

Cemre: Belki hukuk, suç, ceza daha detaylı konuşulmalı. Yani hangi fiil nasıl tanımlanıyor ve ona göre karşılığı nedir? Yoksa hukuken dava açmak mümkün görünmüyor demek ya da yönetmeliğe göre bu suç değil demek, yapılan karşılıksız kalsın demek değil. Yani bir cezası olmasın değil, o cezayı bu hikaye özelinde verecek merci mahkeme veya okulun iç soruşturması değil demek.

Biraz başa dönelim. Akademinin aktivizmin gündemiyle ilişkisini konuşalım. Flört şiddetini, düşününce bu tanımı koyan bu kuşağın feministleri. Eski kuşağın ürettiği değil, öğrendiği bir kavram. Bu kuşağın karşı karşıya kaldığı bir biçim bu ve doğal olarak üniversitelerde de konuşulmak zorunda. Öte yandan, Ankara CTS’nin kurulduğu zaman, Ankara’da örgütlü aktif bir feminist hareket vardı. O zamanın hareketi CTS deneyimini nasıl etkiledi? Ben üniversiteler arası CTS ağı toplantılarında feminist hareketin gündemlerinin fazla politik kaçtığını hissettim. Birçok sebebi var bunun elbette, ama ağda feminist perspektife sahip çıkmak da benimseniyor. Yakın zamana kadar feminist hareket içinde CTS’ler de pek bilinmiyordu. Aktivizm ve akademi ilişkisini düşünerek bahsettiğin daha genel bakmak gerekliliği üzerinden burada da bir yanıt bulabilir miyiz acaba?

Alev: Kendi KASAUM ve CTS deneyimimden çıkarak, üniversite ile dışarısı arasındaki ilişkiye dair şunları söyleyebilirim: Öncelikle CTS’leri konuşurken aslında çok kurumsal bir bağlamdan söz ediyoruz. Üniversitede öğretim elemanı ve memur olan insanlar olarak yasa, mevzuat ve teamül ile bağlıyız, tabii ki politik tutumla üniversite çatısı altında var olmak uyuşmayabiliyor. Üniversite çatısı altında feminizm yapmak ile sokakta, dernekte yapmak aynı şey değil. SBF gibi ya da Boğaziçi gibi özgürlükçü bir yerde de olsan, tam aynı şey değil. Zaten çok daha baskıcı kurum kültürü olan yerler de çoğunlukta. Prosedürel şeyler değil sadece, başka pek çok biçimde de sınırlı bir kurumsal bağlamda iş görüyoruz.

Cemre: Ama KASAUM gibi yerlerin varolabilmesinden de söz ediyoruz.

İnci Eviner, Nonverbal 2, 2014.

Alev: Bizim şansımız 90’ların ortalarından beri süren, çok çalışan, iyi geçinen, birlikte politika yapan bir ekip olmamızdı. 2010’larda ancak kendimizi gerçekten güçlü hissettiğimiz, arkamızdaki birikime güvendiğimiz bir zamanda CTS kurmaya kalkışabildik. Ki bu birikim cinsel taciz etrafında örgütlenmiş bir birikim değildi, on yıllar boyunca KASAUM’un üniversite dışındaki toplumsal cinsiyet mücadelesiyle, kadın hareketiyle geliştirdiği ilişkilerle ilgiliydi; sendikalar, sivil toplum kuruluşları, partilerle yapılan projeler, eğitimler, yerel yönetimlerle ilişkiler, bu birikimi büyüttü. Aynı zamanda kadın çalışmaları anabilim dalındaki akademik performansımız gittikçe güçlendi. Hoca sayımız çok, dersimiz çok, öğrencimiz çoktu. 2008-16 arasında Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı başkanlığı yaparken yüksek lisansa yapılan başvuruların sayısının sistematik olarak arttığını ve yüz ellinin üstüne çıktığını gördüm. Kontenjanları hep arttırdık, ama talebe hiç yetişemedik. Bu talep, genel olarak Türkiye’de yükselen bir dalganın göstergesiydi. Türkiye’nin her yerinden, her kesimden gelen genç kadınlardı bunlar. Dipten gelen ve giderek güçlenen bir özgürleşme, güçlenme arzusunu yansıtıyordu. Tüm bu birikime ve ondan aldığımız güce dayanarak o dönem CTS birimi kurmayı başarabildik, hemen arkasından da diğer üniversitelere model olacak şekilde bir üniversiteler arası iletişim ağını oluşturduk. Her sene iki kere yapılan CTS İletişim Ağı kurultaylarında görüş alışverişi yapıldı ve nihayetinde şekilleri farklı olsa da birçok üniversitede -aynı amaçlı politika belgeleri ile- birçok birim kuruldu.

Her şeye rağmen, üniversite içindeki kurumsallığın belirleyici, sınırlayıcı ve farklılaştırıcı bir bağlam olduğunun altını çizmek istiyorum. Dışarıda bir yerde feminizm yapmak ile üniversite çatısı altında feminizm yapmanın farklarını, politika belgesi tartışmalarında da gözlemledim. Şöyle ki: ABD belgelerinden de uyarlayarak, biz de kendi politika belgemize başta arabuluculuk uygulamasını eklemiştik. Bazı meseleler için danışanın onayı ve istediğine bağlı olarak arabuluculuk yapılabilir demiştik. Bir de, gizlilik ilkesini getirmiş, soruşturmaların gizlilik ilkesi çerçevesinde yürüyeceğini yazmıştık. O dönemde bu iki kavram ile ilgili akademi dışındaki feministlerden eleştiri aldık. Özellikle arabuluculuğa karşı çıkıldı. O dönem, Türk hukukuna uzlaşma uygulamasının girmesi tartışılıyordu, feministlerin müdahalesiyle cinsel suçlar uzlaşma yapılabilecek suçların dışında bırakıldı. O yüzden bazı hukukçu arkadaşlar bizi cinsel tacizle ilgili belgede arabuluculuk geçemez diye uyardılar. Bir yıl sonra da arabuluculuğu çıkarttık belgeden. Ama aslında biz başka bir şeyden sözediyorduk. Ve yeni belgede onun yerine onarıcı adalet terimi girdi. Ben o dönemde birkaç “arabuluculuk” pratiği yaptım. Örneğin, bir erkek öğrenci kendisinden ayrılmak isteyen kadını bırakmıyordu, çıplak fotoğraflarla tehdit ediyordu. Ben kendisiyle birkaç kez görüştüm, elindeki fotoğrafları sildirttim ve özür dilettim ve ayrılmalarını sağladım. Çünkü kadın öğrencinin talebi disiplin soruşturması değil, o erkekten kurtulmaktı. Bu, benim CTS deki konumun sayesinde hızlıca çözebildiğim bir meseleydi. Ben bunun gibi durumlarda arabuluculuk faaliyetlerinin çok pratik ve faydalı olduğunu düşünüyordum.

Cemre: Arabuluculuk demişken şiddet meselesinin, kadın cinayetlerinin Türkiye’de feminizmin on yıllardır gündeminden hiç düşemediğini belirtmek gerekir. Müftü nikahı, cinsel istismar yasası değişikliği gibi gündemler dayatıldıkça da hepsini şiddetle bağlamak suretiyle bir politika yapma tarihimiz var. LGBTİ+ hareket bunu bir nebze kırıyor ve eleştiriyor elbette. Yine de biz feminizmi hayata nerede geçirmeye çalışırsak çalışalım, bu arka plandaki şiddetten etkilendiğimizi düşünüyorum. Arabuluculuk meselesinde size eleştiri gelmesinin bir boyutu da bu arka plan, erkek şiddetinin ağırlığı ve şiddette arabuluculuğun korkutuculuğu. Ama üniversitede şu soru önünüze geliyor: Fail erkeklere ne olacak? Daha genel olarak, cezaevine girdiyse, ceza aldıysa sanki orada konu kapanıyor, çıkınca ne olacak şiddetten arınacak mı mesela? Üniversitede de, flört şiddetinden şikayet edilmiş bir erkeğe disiplin soruşturması açılmayacak ve hukuki süreç de başlamayacak diyelim, karşısında bir muhatap var mı, biriyle görüşme istese? Mesela bizde bunun yanıtı CİTÖK değil çünkü CİTÖK’ün tanımı başvurucuyla görüşmek ve arabuluculuk yapmamak. Başvuru yapanın görüşmesi gizli kalır, eğer bir merciye taşınacaksa, şikâyet edilen kendini o merciye anlatır, CİTÖK’e değil. Onun dışında da, zaten CİTÖK’ün şikayet edileni dinlemesi CİTÖK’ün fonksiyonu açısından anlamlı değil. Ama elbette bizim de şikâyet edilenle konuştuğumuz ve konuşmayı anlamlı bulduğumuz durumlar oldu.

Biz birkaç ay önce, özellikle öğrencilerin danışabileceği başka bir birim olabilir mi diye düşünüyorduk. Bu yönde eğitim de almış bir akran öğrenci grubu gibi. “Ben disiplin cezası aldım.” veya “İfşa edildim ömür boyu dışlanacak mıyım?” diye soran öğrenciler oluyor ve bu sorunun muhatabı, politikası yok. Daha genelden bakarsak feminizm içerisinde de bir mesele bu. Elbette feministler ilgilensin gibi bir şey demiyorum, daha karmaşık bir mesele ama eksik olduğu belli bir şey bana kalırsa.

Alev: Haklısın, bunlar önemli sorular ve bana kalırsa cinsel taciz düzenlemesini kimler öneriyor ve uyguluyorsa, onların yanıt bulması gereken sorular, yani biz feministlerin.

Cemre: Sen gizlilik ilkesiyle ilgili feminist bir eleştiri var demiştin, oraya dönelim istersen.

Alev: Gizlilik ilkesi ile ilgili eleştiri de şöyle; biz politika belgesiyle uğraşırken ODTÜ’de benim tanık olduğum ilk ifşa eylemi yapıldı. Öğrenciler bir erkek öğrenciyi kuşlama yaparak deşifre ettiler. Burada bir açık etme eylemi vardı. Bizim gizlilik dememiz de sanki buna karşıt bir şey gibi düşünüldü. Üniversite çatısı altında birbirine zıt görünen iki tutum gibi. Böyle durumlarda iki farklı tarz arasında gerilim olması çok muhtemel.

Cemre: Resmi bir süreç başlatmak isteyen biri, ifşa da etsem mi diyen sorduğunda, ben, üniversitenin iç soruşturmasının (aleni bir hukuk davasından farklı olarak kurum içi resmi bir soruşturma olduğu için) gizlilik içerdiğini, bu gizliliği ihlal edeceğini söylüyorum. ODTÜ zamanı öyle değildi -ben de o olayı hatırlıyorum- fakat şimdi bu birimlere ifşa edelim mi sorusu yöneltilebiliyor.

Ben ifşa ile kurum soruşturmasının birbirlerinden ayrılmasını çok normal görüyorum. CTS İletişim Ağı’nın 2016’daki bir toplantısında, Cebeci Kampüsü’ndeki bir ifşa konuşuluyordu. Öğrencilerin ifşa yerine disipline yönlenmeleri gerekliliği söyleniyordu. Ben de “bu bir seçim” demiştim. Bir üniversite birimi, ifşa etmez, ifşaya yönlendirmez, ama ifşayı seçene de neden seçtin demez bence, öyle bir rolü yok. Ayrıca, ifşa sadece arkadaşlara sözlü olarak yapılan bir şey de olabilir ya da bir öğrenci kulübünün gündemine getirilip oranın sorumluluk alması da istenebilir. Üniversitenin eninde sonunda rektörlüğe bağlı bir biriminin yapabilecekleri ve yapması gerekenler ile öğrencilerin eylemliliği farklı olacaktır. Karşılıklı iletişim elbette önemli ama birbirinden ayrı işler bunlar.

Alev: Katılıyorum. Öğrencilerin bu konuda alacakları kararları CTS gibi yerlerin belirlemesi düşünülemez. Öte yandan içinden çıkılması zor durumların oluşmaması için diyaloğun hep kurulması iyi olur bence. Ben CTS gibi kurumların önemli olduğunu görmekle birlikte akademideki daha genel feminist duruş ve politika açısından sınırlı bir yerlerinin olduğunun kabul edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hukukîlik, kurumsallık, bürokratiklik açılarından CTS’lerin kendisine özgü bir profesyonellik gerektirdiğini teslim etmeliyiz. Zaten birçok üniversitede CTS benzeri bir kurum kurmak ve çalıştırmak, oradaki tüm enerjiyi tüketecek kadar zor bir iş olabiliyor. Ama eğer yeterli bir ekip varsa tek odak noktasının cinsel taciz olması gerektiğini düşünmüyorum. Bir üniversitedeki feminist müdahaleyi daha genel bir ayrımcılık ya da toplumsal cinsiyet eşitliği komitesi kurarak, onun bir parçasının da cinsel taciz ve saldırıyla ilgilenmesi gibi tasarlamak bana daha uygun geliyor. Lisans düzeyinde dersleri çoğaltmak (elbette halihazırda dersler var ama daha sistematik bir şeyden söz ediyorum), yüksek lisans programları açmak, konferanslar, farkındalık çalışmaları düzenlemek, öğrencilerle işbirlikleri, kampanyalar, kamusal çalışmaları artırmak, önleyici işlevi ön plana almak gibi.

Cinsel taciz ve şiddete karşı geliştirilen feminist politika konusunda, sadece üniversitelerde değil daha genel olarak da şu sonuca vardım: Senin de dediğin gibi, kurumların, hukukî süreçlerin ve hukukun sınırlarını tanımak gerekir. O sınırlar çerçevesinde bir şey yapmak,o sınırları çok fazla zorlamamak gerekir. O mekanizmalarla gelişigüzel oynamak, bence zarar verici bir şey. Öte yandan tam da bu araçlar yeterli olmadığı için cinsel taciz ve şiddetle mücadelede ağırlığı başka yönlere vermemiz lazım. Farklı politik araçların kullanımı hakkında daha dengeli bir yaklaşım gerekiyor.

İnci Eviner, Ormanda Kaybolan Prenses Broglie, 2009.

Cemre: Peki CTS türü kurumları kadınların güçlenmesi açısından nasıl değerlendiriyorsun?

Alev: Bizim politika belgesinde de ortaya koyduğumuz ve feministlerin de hep gündeminde olan şey hep aynı şey aslında: Kadınların güçlenmesi. Ne yazık ki bunun tam olarak ne olduğuna dair yeterli bir tartışma yürütemiyoruz. Yani cinsel taciz konularında kadınların güçlenmesi perspektifi ne demektir? Örneğin ABD belgelerinde “tacize sıfır tolerans” deniyor, yani “Bir şey olduğunda doğrudan bize gelin, hemen bize başvurun, gerekeni yapalım.” gibi bir mesaj veriliyor, yani güçlenmeden bu anlaşılıyor. Bu bana doğru bir politik mesaj olarak gelmiyor. Bu alanda güvenilecek ve yaptırım gücü olan bir kurumun var olması ve bir kamu otoritesi olarak “Biz buradayız, sizin yanınızdayız” demesi, elbette çok önemli. Fakat bu, her zaman ilk elden ve doğrudan bu kurumun kullanılması gerektiği anlamına gelmemeli bence. Başka tür politik ve kültürel mücadeleler sayesinde kadınlar güç kazanmalı ve engelleyici ve önleyici olan kadınların kendisi olmalı. Bu kurum kadınlara eğer bu mesajı iletebiliyorsa ve böyle bir kültürün gelişmesine hizmet ediyorsa faydalı, ama “Hemen bize gelin biz gereğini yapalım.” diyorsa bunda bir sorun var bence. CTS gibi kurumlar, alandaki ilgili ve çeşitli ekiplerden (kulüpler, dernekler, sendika, arkadaş grupları gibi) sadece bir tanesi olarak işlev göstermeli, her zaman en öncelikli olan olarak değil. Ben genel olarak tek-merkezci mantığın toplumdaki ihtilafları çözmekte yetersiz kaldığını düşünüyorum.

Cemre: İfade ettiğin ihtiyacı görüyorum ve zaman içinde CİTÖK’ün buna denk geldiğini düşünüyorum. Çeşitli konuların konuşulabileceği bir yere evrildi; beden ve sağlık da olabilir, boşanmak isteyen bir öğrenci de gelebilir, kürtaj hakkında sorabilir yani cinsel tacizden daha genel bir destek mekanizmasından söz ediyorum. Ailenin homofobik muamelesi, aile içi şiddet, yurt imkanları, kulüplerden alınabilecek destekler gibi çeşitli başlıklar bunlar. Bu birimlerin isimlerinin (daha genel bir başlıktansa) cinsel taciz ve saldırı birimleri olmasına ben de şaşırmıştım ilk geldiğimde. Ama diğer üniversitelerde sonradan kurulan birimler de birbirlerini örnek göstererek oluştular aslında. Daha genel bir danışma merkezi gibi bir yer olmadığı ve bu haliyle tam bir kurumsallık ve yapılarda ortaklık da olmadığı için -tabii yönetimlerin uzun soluklu desteklerinin eksikliğini de belirtmeli- içinde olanların bir ucundan tutup daha fazlasını yapmaya çalıştığı bir işleyiş var şu anda.

Alev: Ben artık üniversite çatısı altında olmadığım için pek iyi izleyemiyorum. 2016’dan itibaren CTS birimleri nasıl gelişti? Neler yapıldı ve ne gibi sorunlar çıkıyor, biraz anlatır mısın?

Cemre: Türkiye’nin gidişatıyla ters gibi. Üniversitede bu alanda bir şey yapmak isteyen veya birim açanların sayısı arttı. Yani elbette atıl kalmış birimler de var, ama o insanlar da o üniversitelerde çalışmaya devam ediyor. Bir hareketlilik var. Yıllardır birim açmaya uğraşan ve rektörlüğün kabul etmediği yerler de var ya da 25 yıldır kadın araştırma merkezlerine sahip olanlar da. Şu an vakıf üniversiteleri daha hareketli görünüyor. Son bir iki senedir CTS ağı içerisindeki ilişki daha sıkılaştı. Kalabalık bir grubun senede sadece iki kere yan yana gelip iş yapması zor. Aslında çok ortak deneyim ve problem var.

Tabii ülke çapında bakarsak yeterlilikten söz etmek mümkün değil. Başka illerden de bizlere başvurular geliyor. Avukata, kadın örgütüne, derneğe yönlendirmeye çalışıyoruz. Bunun için gönüllü emek ve koordinasyon çok önemli. Sürdürülebilirlik, kurumsallık ve bu alanda çalışan hem birimler hem üniversite dışı kurumlar arası koordinasyon henüz eksiklikleri olan temel başlıklar bence.

Son olarak, beş yıl önce barış imzacılarını tasfiye eden Ankara Üniversitesi gündemdeydi. Şimdi ise rektör ataması sebebiyle Boğaziçi. Konuştuklarımızdan yola çıkarak, buradan bakınca son söz olarak ne demek istersin?

Alev: Boğaziçi’nde olanları umut, hüzün ve kaygı gibi karmaşık hislerle izliyorum. 2016’da yaşanan büyük tasfiye ile birlikte üniversitelerin kurumsal olarak çökertildiği açık. O zamandan bu yana, üniversitelerde her tür keyfilik ve baskı egemen oldu. Bu durum, elbette cinsel taciz ve saldırıya karşı mücadeleyi de olumsuz etkiliyor. CTS gibi kurumlara hayat veren akademik kadrolar zayıflatıldığı gibi, bürokrasi de öngörülebilir olmaktan çıktı; her tür müdahaleye açık hale geldi. Böyle dönemlerde en önemli şey, mevcudu korumaya çalışmak, ama asıl olarak öğrenciler ile akademisyenler arasında işbirliği ve dayanışmayı artırmak olmalı. Bu birlik ve dayanışma ruhu, bizler Ankara Üniversitesi’nden atılırken oluşmuştu, şimdi Boğaziçi’nde de bunun tekrarlandığını görüyorum. Umarım şu andaki mücadele birikimi geleceğe taşınabilir. Ben son söz olarak hep umut diyorum.

Bir Boğaziçili olarak sen son söz olarak ne dersin?

Cemre: Boğaziçi’nde, senin de Ankara deneyiminde aktardığın gibi, yılların emek ve özverisiyle sürdürülmüş ve korunmuş kültür ve üretim şimdi risk altında. Bu, sadece geçmişe dair bir yıkım demek değil, en çok geleceğe zarar verecek. Umutlu olmak zor olsa da, üniversite içinde ve dışında ülkenin farklı kesimlerinden gelen geniş destek ve Boğaziçi’ne ve temsil ettiklerine sahip çıkma hali insanı güçlendiriyor.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.