2009’da AİHM Opuz kararıyla Türkiye’yi bir kadın cinayetini önlemediği için mahkum etmişti. Bu karar hem Türkiye’de hem de dünyada erkek şiddetiyle mücadelede bir dönüm noktası oldu. Türkiye’nin ilk imzacısı ve ilk ayrılanı olduğu uluslararası İstanbul Sözleşmesi’nin tasarlanmasında Opuz kararında yer alan şiddeti önlemede bütüncül yaklaşım ve mekanizmalar belirleyici oldu.

2021’de Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden çekildi. AİHM’de ise Opuz Grup Davaları sürüyor, erkek şiddeti ile mücadelede kadınlar AİHM’e başvurmaya devam ediyor. Davaları takip eden ve Avrupa Konseyi’ne 2020 ve 2022 yılında  raporlar sunan Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’ndan Elif Ege, Açelya Uçan, Perihan Meşeli ve Selime Büyükgöze ile davalar üzerinden işlemeyen yasalar, cezasızlık politikası, erkek egemen yargılamalar ve önlenmeyen erkek şiddetini konuştuk.

Öncelikle, Nahide Opuz davasının önemini kısaca anlatır mısınız?

Elif: Nahide Opuz davasının detaylarına girmeden davanın önemini önce Türkiye açısından sonra da AİHM içtihadı açısından ele almak iyi olabilir. Davaya dair detayları okumak isteyenler Çatlak Zemin’deki şu yazıdan faydalanabilirler. Opuz kararı Türkiye devletinin kadınları erkek şiddetine karşı koruma yükümlülüğünü açıkça ortaya koyduğu için çok önemli bir karar. AİHM ne demişti bu kararda: Türkiye’yi 2., 3. ve 14. Maddeleri ihlal ettiği gerekçesiyle mahkum etti. Bu maddeler, yaşam hakkının ihlal edildiğini, kadının kötü muameleye maruz bırakıldığını ve ayrımcılık yapıldığını söylüyor. Burada iki önemli şeye dikkat çekilebilir. Birincisi, kadına yönelik erkek şiddetinin kötü muamele olarak ele alınması çok önemli. İkincisi de, mahkeme bu kararla, feministlerin zaten yıllardır söylediği bir şeyi yani kadına yönelik erkek şiddetinin eşitsizlikten doğduğunu kabul eder ve Türkiye’nin Nahide Opuz’u koruyamadığı için ayrımcılık yaptığına hükmeder.

Ancak bu karar sadece Türkiye açısından değil AİHM içtihadı açısından da çok önemli. Yaşadığımız patriyarkal sistemde sadece Türkiye’de değil Avrupa’da da kadına yönelik şiddet yasal düzeyde uzun yıllar boyunca bir “özel alan” meselesi olarak ele alındı ve uluslararası hukuk belgeleri ve mekanizmaları tarafından da dikkate alınmadı. Daha da önemlisi erkek şiddeti ile kadına yönelik ayrımcılık ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği arasındaki ilişki uzun zaman görülmedi. Opuz kararı bu bakımdan çok önemli. Mahkemenin kadına yönelik erkek şiddetine dair verdiği bu kararla birlikte başka benzer kararların da önü açıldı; ve bu kararlar ile kadına yönelik şiddet alanında oluşan içtihat daha sonra İstanbul Sözleşmesi’nin yazılmasını sağladı.

Peki AİHM Opuz Grup Davaları ne demek? Süreç nasıl işliyor? Mor Çatı’nın bu konuya dahli ne? Neden bu davaları takip ediyorsunuz? Nasıl bir toplam takip ediyor bu davaları?

Açelya: Opuz kararı sonrasında AİHM nezdinde açılan dört kadının davasında da Türkiye aleyhine karar verildi. Bu kararların tümü Opuz Grup Davaları başlığında takip ediliyor. Türkiye, Opuz Grup Davaları için düzenli olarak Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne rapor sunuyor ve Bakanlar Komitesi Türkiye’ye tavsiyelerde bulunuyor. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi İç Tüzüğü’nün 9.2. Maddesine göre sivil toplum kuruluşları ve insan hakları ile ilgili ulusal kurum ve kuruluşlar süreçte bildirimde bulunabilir, hükümetin raporuna yanıt verebilir ve uygulamaya ilişkin paylaşımda bulunabilir. Biz de Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı olarak bu davaların izlenmesi ile ilgili sürece hazırladığımız raporlar ile 2020 ve 2022’de Kural 9.2 kapsamında katkı sunduk. Opuz Grup Davalarının Türkiye’de kadına yönelik şiddetle mücadelede bir mihenk taşı olduğuna ve aradan geçen yıllara rağmen Türkiye’nin taahhütlerini yerine getirmemesi bir yana geriye gidişi ortaya koyması açısından önemine inanıyoruz. Davalara ilişkin Türkiye’den farklı kadın örgütleri ve STK’lar da bu süreçte katkıda bulundu.

AİHM davalarının Türkiye devleti ve kadınları şiddetten koruması açısından bize gösterdikleri neler? Neden bu davaları takip etmek önemli?

Elif: Hem Opuz hem Opuz Grubu kararları Türkiye devletinin kadınlara yönelik ayrımcılığı ve eşitsizliği engellemediğini, erkek şiddetini önlemediğini, kadınları korumadığını, failleri etkili şekilde cezalandırmadığını söylüyor. Bir davayı AİHM’e taşımanın, açılan davaları takip etmenin, çıkan kararların uygulanmasını izlemenin birçok açıdan anlamı var. AİHM kararları hem bireysel olarak başvuru yapan kadınlar özelinde önlemler getiriyor hem de genel önlemler denilen sistemsel değişime dair yapılması gerekenleri ortaya koyuyor. Bireysel önlemler zaten kişilerin adalete erişebilmeleri için ve uzun vadede ruhsal ve sosyal iyileşme için önemli. (Tabii bir tazminat ya da mahkeme kararı ruhsal iyileşmeyi doğrudan getirmiyor ve toplumsal adaleti sağlayabilmek için tek başına yeterli olmuyor.)

Ama burada esas değinmek istediğim ve bence feminist bakış açısının hayati olduğu kısım genel önlemler. Biz feministler hem Türkiye’de hem de Avrupa (ve aslında dünya genelinde) yasalar ve uygulamalarını değiştirmek için etkisi olabileceğini düşündüğümüz kilit durumları AİHM’e taşıyoruz. Ama burada esas amacımız hiçbir zaman yalnızca o başvuru yaptığımız “vaka”, o davayı açmak, o davayı takip etmek ve sonuçlanınca alınan tazminat ile sınırlı değil. Esas olan şey kadınlarla dayanışma kurmak ve bütün kadınlar için, bütün kadınlarla birlikte sürecin tamamını takip etmek, her aşamasını politikleştirmek, kararı çıkartabilmek için ve sonrasında uygulanması için uğraşmak. Yani burada ne AİHM ne başka uluslararası yargı ya da izleme mekanizmalarının kendi başına bir anlamı yok. Bizim için esas olan hem şiddeti yaşayan kadının hem de kadın olduğu için şiddete maruz kalmış/kalacak olan herkes için ve hep birlikte mücadele etmek. Yapısal, uzun vadeli, yavaş ama köklü bir değişimden bahsediyoruz yani; esas yapanı, uygulayanı olarak kendimizi gördüğümüz bir süreç bu. Ne AİHM’in verdiği bir kararla çözülebilir ne devlet gönüllü ve istekli biçimde yapması gerekenleri yapar; bunu yapan ve yapmaya devam edecek olan biziz. Tam da o nedenle Nahide Opuz kararı 2009’da açıklanmış ve kalmış bir karar değil; önemini İstanbul Sözleşmesi’nde, 6284’ün yazılmasında uygulanması için bugün verdiğimiz mücadelede görüyoruz.

AİHM davaları, erkek şiddetinden korunmak isteyen kadınların ülke içindeki iç süreçleri tükettiklerinde başvuracakları bir yol. Bize bu davalar erkek şiddeti ve ceza yargılaması açısından neden AİHM yolunu gösteriyor?

Perihan: Türkiye’de sıklıkla mevzuatın gereği gibi uygulanmadığına, faillerin gerektiği gibi cezalandırılmadığına, cezalandırılsalar dahi şiddete maruz kalan kadınların devlet tarafından korunamadığına sıklıkla tanık oluyoruz. Opuz kararı sonrasında AİHM nezdinde devletlerin kadına yönelik erkek şiddetini etkili bir şekilde soruşturma ve kovuşturma yükümlülüğü her kararda vurgulandı. Opuz kararı sonrasında Türkiye’den önemli mevzuat değişiklikleri oldu ancak yargı ve kolluk/takip sistemindeki pasiflik, cinsiyetçi ve ayrımcı tutum değişikliklere halen ayak uyduramadı. Halen erkek şiddetine karşı devletin bütüncül, etkili önleme-koruma politikalarının olmadığını kolaylıkla görebiliyoruz. Sadece kadına yönelik şiddete ilişkin 7/24 hizmet veren bir telefon hattının olmayışı, tecavüz-kriz merkezlerinin kurulmamış olması, 6284 sayılı Kanun kapsamında verilen gizlilik kararları nedeniyle şiddete maruz kalan kadınların gözüken ikametgahlarının ekonomik desteklere ulaşmasında zorluklar yaşanması gibi süregiden sorunlara bakıldığında bile devletin erkek şiddetine bakışı hemen görülebiliyor.

Türkiye’deki ceza yargılaması sistemi kadına yönelik şiddet dosyaları bakımından AİHM standartlarından çok uzak. Bir kere yargılama konusu olayın “özel,” “tekil” bir olaymış gibi ele alınması en büyük sorun. Bu dar bakış Opuz ve diğer AİHM kararlarına, tarafı olduğumuz CEDAW’a rağmen devletin yükümlülüklerini yok sayıyor; A kişisi ile B kişisi arasında yaşanmış basit bir olay gibi ele alınabiliyor. Şiddet uygulayan açısından etkili bir risk analizi yapılmıyor. Daha önce kadına yönelik şiddet içeren bir olay nedeniyle ceza almış mı, hakkında tedbir kararı verilmiş mi gibi kritik konular araştırılmıyor.

Toplumsal cinsiyete duyarlı bir ceza yargılaması-adaleti sistemi yok. Dolayısıyla ceza yargılamasında görünmeyen sistem eksiklikleri, hatalı ve cinsiyetçi uygulamalar, toplumsal cinsiyet mitlerinden beslenen yanlış kararlar, cezasızlık iç hukuk yolları tüketildiğinde (2011 sonrasında Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı tüketildikten sonra) bize AİHM yolu görünüyor. AİHM’de en çok karara bağlanmayan dosya sayısı Türkiye’den, bu istatistik de Türkiye’nin insan hakları karnesini gösteriyor. AİHM haricinde CEDAW Komitesi’ne de şikayet edebilmek mümkün ancak hem AİHM hem CEDAW komitesine başvuru yapılamıyor. Ayrıntılı bilgiye şuradan ulaşabilirsiniz.

Siz bu gölge raporda, erkek şiddetinin önlenmesiyle ilgili devletin kurumsal mekanizmalarının eksikliklerini açıklıyorsunuz. Uzayan süreçler en önemli konulardan biri örneğin, akut olarak şiddete uğrayan bir kadının karşılaştığı zorluklar neler?

Açelya: Türkiye’de erkek şiddetine maruz kalan kadınlar, şiddetin yarattığı birçok zorluğun yanı sıra destek mekanizmalarının ve adalet sisteminin yarattığı zorluklarla da mücadele etmek zorunda kalıyor. Her şeyden evvel şiddete maruz kalan bir kadının herhangi bir kolluk birimine ya da mahkemeye başvurmaksızın ya da sığınağa gitmeden destek alabileceği, yargılanmadan dinleneceği, özellikli ve yaygın olarak hizmet sunan sosyal hizmet kurumları yok. Bu ihtiyacı karşılayacağı söylenen ŞÖNİM’lerin kurulmasından bu yana geçen 10 yıllık süreçte gördük ki ŞÖNİM işlevini karşılamanın çok uzağında.

Şiddete maruz kalan kadınların özellikli sosyal hizmet ihtiyacı sığınaklara indirgenmiş durumda. Üstelik sığınaklarda yürütülen çalışma da sığınak düşüncesini ortaya koyan feministlerin tahayyül ettiği güçlendirme etkisinin uzağında, neredeyse sadece barınma hizmetini kapsayan bir çalışma yürütülüyor. Erkek şiddetiyle mücadelede kolluk başat bir rol üstleniyor. Şiddete maruz kalan bir kadının ilk başvuru yapacağı yer olarak işaret ediliyor ve elbette, işini en düzgün şekilde yaptığını varsayacağımız bir kolluk görevlisi bile, şiddete maruz kalan bir kadının ihtiyaçlarına bütüncül bakıp gerekli ilk müdahaleyi yapacak kapasiteye sahip değil. Kolluktaki kötü uygulamalar sistemdeki bu eksikliği katlayarak kadınların mücadelesini zorlaştırıyor. Kolluğun kötü uygulamalarının izlenip kayıt altına alınması oldukça zor, en temel sorunlardan biri şikayetin hiçbir şekilde kayıt altına alınmaması.

Öte yandan Aile Mahkemeleri 6284 sayılı Kanunu etkili bir şekilde uygulamıyor. Kararlar kısa süreli ve kadının özellikli durumunu gözetmeksizin alınıyor ve etkili olmuyor. Aynı kadın ardı ardına 6284’ten faydalanmak için başvuruyor ve anlıyoruz ki adamın uyguladığı şiddetle ilgili başka hiçbir mekanizma devreye girmemiş, kimse kadına neden defalarca 6284’e başvurmak zorunda kaldığını sormamış. Çünkü şiddet uygulayarak suç işleyen bu adamın suçunun cezası fiiliyatta yok. Kadınlar hem şiddetin karmaşık etkileri hem de sistemin işleyişi nedeniyle şikayetçi olmaktan imtina ediyor. Şikayetçi olsalar bile süreç o kadar uzun sürüyor ve yıldırıcı oluyor ki bir süre sonra takibi bırakıyorlar ya da şikayetlerini geri çekiyorlar. Dava sürecini maddi ve manevi olarak taşıyıp dava nihayete erene kadar takip edebilirlerse de faillerin neredeyse cezasızlıkla ödüllendirildiklerini görüyoruz. Erkek şiddetiyle mücadeleye bütüncül bakış açısı derken tam da bu eksikliklerin ve ihtiyaçların bütününe bakıp yeniden düşünmeyi öneriyoruz. Kadınların sadece konuşmak, üzerine düşünmek, şiddetin etkilerini ve riskleri azaltmak için destek alacakları, eğer şikayette bulunmak ya da 6284 sayılı Kanundan faydalanmak isterlerse en iyi şekilde faydalanması ve sürecin yükünü taşıması için güçlendirecek sosyal hizmet mekanizmaları; kötü uygulamalara sıfır toleranslı ve erkek şiddetinin etkisini çok iyi bilen kolluk birimleri ve etkili bir adalet sistemi olmadan kadınlara sunulan destekler erkek şiddetiyle mücadelede etkisiz olacak.

Feministler şiddet alanında yıllardır dava takibi yapıyor ve biliyorlar ki mesele nasıl bir ceza çıktığı değil, şiddeti şikayet etmeye karar verdikten itibaren tüm süreç çok önemli. Kadınların adalete erişimini Opuz davaları üzerinden nasıl gündeme getiriyorsunuz?

Selime: Opuz Grup Davalarında odak, cezasızlığın yanı sıra kadınların adalete ve koruma/destek mekanizmalarına erişimi. Biz de cezasızlığa değinirken tüm bunların ne kadar iç içe olduğunu ana odak olarak alıyoruz. Örneğin söz konusu davalara ilişkin devlet güncel duruma dair bilgi veriyor ve Mor Çatı’dan destek alan bir kadın olan MG’nin davası bunlardan biri. Devlet ısrarla MG’nin artık koruma kararına başvurmadığını öne sürüyor. Biz ise kısa süreli verilen bu kararlar için tekrar tekrar başvurmanın kadınlar için ne kadar bezdirici olduğunu ve bunun sonucu olarak MG’nin artık ‘uğraşmak istemediği’ için koruma kararı almadığını söylüyoruz. Şiddetten uzaklaşmak ve adalete erişim için kadınlar mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Bu mücadele kötü uygulamalara, cinsiyetçi muameleye ve uzun bürokratik süreçlere rağmen sürdürülüyor. Bu nedenle bizim için devletin, kadınları şiddetten korumadığı için ceza aldığı bu davalar kadınların şiddetten uzaklaşma sürecindeki ihtiyaçlarına, destek mekanizmaları ve yargı süreçlerine bütünlüklü bakarak eksiklikleri ortaya koymamıza aracılık ediyor.

Öte yandan, bugün Türkiye’de, kadınların destek alabilecekleri barolar gibi, başka kurumlar açısından durumu nasıl değerlendirirsiniz?

Elif: Türkiye’de özellikle şiddete maruz kalan kadınlara verilmesi gereken ücretsiz ve nitelikli hukuki destekler çok eksik ve sınırlı. AİHM’e giden yol, kadınların adalete erişimleri yaşadıkları illerdeki baroların adli yardım birimlerinden alacakları hukuki destek ile başlıyor. Ancak bugünkü durumda birkaç iyi örnek dışında barolar tarafından kadınlara ücretsiz nitelikli hukuki destek verilmediğini biliyoruz. Kadınlar yalnızca aile mahkemelerinde görülen davaları için (boşanma, nafaka, velayet) adli yardımdan destek alabiliyorlar ve alabilmeleri için birçok farklı zorlayıcı kritere maruz kalıyorlar. Sadece ekonomik olarak buna ihtiyaçlarının olup olmadığı değil açmak istedikleri davaların kazanılma ihtimali bile sorgulanarak avukat atamasına karar veriliyor. 6284 sayılı Kanun kapsamındaki haklara erişmeleri için avukat atanması yapılmıyor; bu görev Kadın Hakları Komisyonlarındaki kadın avukatların gönüllü emeğine bırakılıyor. Oysa Mor Çatı deneyiminden biliyoruz ki eğitim almaları ve işgücüne katılımları engellenen kadınlar bir de ilişkide oldukları erkekler tarafından ekonomik şiddete maruz bırakılıyorlar, kendi kaynakları üzerinde söz hakları engelleniyor, borçlandırılıyorlar. Ayrıca erkek egemen yargı sistemi içinde cezasızlık çok yaygın, süreler uzun ve kadınlar açısından önyargılı erkek bakışın hakim olduğu çetrefilli süreçler. Tam da bu nedenle şiddete maruz kalan kadınlarla uzun vadeli mücadeleyi birlikte üstlenecek, nitelikli ve ücretsiz hukuki desteğe ihtiyaç var.

Cezasızlık politikasına tekrar gelecek olursak, Türkiye’de birçok örnek var, kamuoyunda yer bulan “sonun Münevver gibi olur” cümlesini hepimiz hatırlarız. Bir erkeğin şiddet uyguladığı kadına söylediği bir cümle bu ve artık aşağı yukarı on yıldır kadınların hafızasında. Pandemiyi de hesaba katarak, bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?

Açelya: Şiddet uygulayan adamlar yalnız olmadıklarını biliyorlar, tabir yerindeyse arkaları sağlam. Kadınların haklarına, hayatlarına ve toplumsal cinsiyet eşitliğine olan her türlü saldırının şiddete maruz kalan kadınların mücadelelerini zorlaştırdığını, şiddet uygulayan erkeklerin de cesaretlerini artırdığını biliyoruz. Özellikle destek sistemlerinin etkisini iyice yitirdiği pandemi, deprem gibi felaketler sonrasında erkeklerin şiddetinin etkisi de artıyor. Erkek şiddetinin sonlanması toplumsal cinsiyet eşitliğinin inşasıyla mümkün ve bu uzun ve meşakkatli bir yol. Bu süreçte erkeklerin şiddet uyguladığı, özgürlüklerine ve hayatlarına kast ettiği kadınların mücadelesinde adaletin sağlanması en temel taleplerimizden biri. Seni öldürürüm ve bana bir şey olmaz diyen adamların bedel ödemesi, ödeyeceğini bilmesi gerekli.

Raporda geçen, hakaret, tehdit, kasten yaralama, kötü muamele, hepsi TCK’da suç olarak tanımlanmış ancak örneklerinizde “yeterli şüphe oluşmadığı” gerekçesiyle iddianamede düzenlemeyen birçok suç var. Sanıklar beyanlarında ısrarla bu suçları reddediyor ve bu da gerekçelerden biri olabiliyor. Neden sizce?

Perihan: Fiziksel şiddetin uygulamada en yaygın hali kasten yaralama suçu olarak karşımıza çıkıyor ve darp raporu varsa genellikle cezalandırılıyor. Ev içi fiziksel şiddet vakalarında hakaret ve tehdit neredeyse sıradanlaşmış durumda. Ben bugüne kadar susarak partnerini/eşini döven bir adam görmedim. Fiziksel etkiden daha çok ruhsal olarak yaralandığını ifade eden kadınlar var. Ancak ruhsal yaralanmanın raporu olmayınca, hakaret /tehdit içerir bir mesaj kaydı sunulmayınca ya “yeterli şüphe oluşmadığından” dava açılmıyor, açıldıysa da “şüpheden sanık yararlanıveriyor”. Yargı, fail erkekle patriyarkal bir empati kurmakla yetinmiyor onu cesaretlendiriyor. Faillerin “nasılsa şikayet etmeye cesaret edemez”, “nasılsa kanıtlayamaz” şeklinde düşünmelerine, dolayısıyla yeniden kolaylıkla şiddet uygulamalarına yol açıyor.

Sanıkların suçlamaları reddetmesi çok olağan, ancak suçlamaların soyut olarak reddedilmesinin gerekçe yapılması olağandışı. Beraat kararlarının çok iyi gerekçelendirilmesi gerekiyor ancak her seferinde “suçlamaları yargılamanın başından beri reddetmesi” vb. ifadelerle karşılaşıyoruz. Masumiyet karinesi cezasızlığa hukuki kılıf gibi giydiriliyor. Özellikle cinsel saldırı dosyalarında bu çok can yakıcı oluyor. Cinsel saldırıya maruz kalan kadınlar suçu kanıtlamak için onlarca delil getirseler de failler savunmalarında ya mağdurun rızası olduğunu ya da iftiraya/komploya maruz kaldıklarını belirterek suçlamaları reddetmekle yetiniyor ve sonuç olarak cinsiyetçi önyargılar nedeniyle davalar sıklıkla beraatle sonuçlanıyor.

Raporda yine, “temiz yüzlü”, “iyi giyimli” gibi gerekçelendirmelerle, belli bir nüfuzda kişiler için ceza verilmediği gözlemi mevcut. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Selime: Burada birkaç boyut var. İlki, şiddet uygulayan erkeklere dair mitlerle ilgili. Hasta, canavar, madde bağımlısı vs. gibi etiketlerin yapıştırılamadığı, ‘normal’ görünen erkeklerin şiddet uyguladığı düşünülemiyor. Kadınların yalan söylediği, her davranışı abartarak şiddet olarak yorumladığı gibi kadınlara dair yerleşik cinsiyetçi yargılar da etken. Özellikle de nüfuzlu erkeklere iftira atılmak istendiği, kadınların şiddet beyanlarından çıkarları olduğu yargısı çok geniş. Ve tabii ki erkek dayanışması. İşin bu kısmı temiz yüzü, iyi giyimi ve nüfuzu aşıyor. Mor Çatı’da kadınlarla dayanışma kurarken bu özelliklerin hiçbirine sahip olmayan erkeklerin kolluk ve yargı tarafından korunduğuna tanıklık ediyoruz. İnsan kendini, herhalde kendilerini adamın yerine koyuyorlar ve uyguladıkları şiddet için ceza almak istemiyorlar, diye düşünmekten alamıyor. Bir diğer yandan tüm bunların ardında erkeklerin kadınlara şiddet uygulamasını meşru gören anlayış var.

Masumiyet karinesi ilkesinin, kadın cinayetleri davalarında aleyhte işlediği ancak diğer politik davalarda (örneğin ifade özgürlüğüne ilişkin davalarda) göz önünde bulundurulmadığı 2010’lardan bu yana gözlemlenen bir konu. 2023’e geldiğimizi düşünürseniz bu hukuk pratiğini nasıl değerlendirirsiniz?

Selime: Bu durum hukuka göre erkeklerin itibarından daha önemli bir konu olmadığını gösteriyor. Kadınların yalan söylediği inancına göre kurulmuş bir hukuk düzeni var. Bu konu sadece Türkiye’de değil, dünyada da yükselen uygulamalardan biri. Bugün feministlerin mücadelesi sayesinde teşhir edilen cinsiyetçi hukuk pratiklerini sürdürebilmek adına erkeklerin mağduriyeti ya da itibarını merkeze alan bu bakış açısını anaakımlaştırmaya çalışıyorlar. Masumiyet karinesinin kadınlara yönelik suçlarda işlemesini Çankırı’daki hakimin meşhur sözlerini bugün söyleyemedikleri için kullanılan bir taktik olarak yorumlayabiliriz.

Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesinin etkisini Opuz Davaları ve raporunuz bağlamında nasıl yorumluyorsunuz?

Açelya: Opuz Davaları özelinde İstanbul Sözleşmesi’nin anlamı büyük. Opuz sonrası Sözleşme devletin erkek şiddetiyle mücadelenin bütüncül bir şekilde yapılacağına ilişkin yol haritasıyken Sözleşme’den çekilme devletin erkek şiddetiyle mücadelede geldiği noktayı tarif eden bir eylem oldu. Uygulamadaki sorunlara rağmen sözleşme erkek şiddetiyle mücadelenin nasıl olması gerektiğiyle ilgili sözümüzün en güçlü aracıydı, hâlâ da öyle. Sözleşmeden çekilmenin temsil ettiği bu dönem kötü uygulamaların “kurumsallaştığı” ve haklarımıza saldırının yoğunlaştığı bir dönem. Öte yandan kadınlar olarak erkek şiddetine karşı mücadelemizi sistemin açıklarını da ifşa ederek sürdürüyor ve daha önce olduğu gibi bu dönemde de farkı biz yaratıyoruz. Haklarımızdan da hayatlarımızdan da vazgeçmiyoruz. Adalet talebimiz baki ve İstanbul Sözleşmesi bizim.

Selime: Bir diğer yandan Türkiye’de her konuda olduğu gibi şiddete karşı mücadele alanında da elimizde olanı koruma mücadelesi vermek zorunda olduğumuz için kaçırdığımız bir gerçek var. O da İstanbul Sözleşmesi’nin “minimum standart”ları belirleyen bir sözleşme olduğu. Bir diğer deyişle, kadınların şiddetten uzak hayatlar kurabilmesi için olması gerekenin en azını tanımlıyor, devletlere bunları sağlamanın sorumluluğunu veriyor. Halbuki bizim çok daha fazlasına ihtiyacımız var. Bu açıdan baktığımızda, Türkiye kadınların şiddetten uzaklaşabilmesi için olabilecek minimumu yapmayı reddetmiş bir ülke. Bu yaklaşım da kadınların başvurmak durumunda kaldığı tüm mekanizmalarda, kadınların haklarına erişim talebine tamamen keyfine göre yanıt veren görevlilerde bariz bir şekilde görülebiliyor. Mahkemelere baktığımızda ise durumun genellikle daha kötü olduğunu görüyoruz, bu durum Türkiye’de göre daha kararlı bir şiddetle mücadele mekanizması olan ülkelerde de benzer. Mahkemeler her zaman diğer uygulamaların gerisinde, çünkü hakimin yargısını sadece yasalar değil yerleşik patriyarkal düşünce belirliyor.

Opuz Davaları açısından bundan sonraki süreç nasıl ilerleyecek? Mor Çatı olarak neler yapacaksınız?

Elif: Opuz Grup Davalarını takip edeceğiz. Hem M.G. kararı bağlamında bireysel önlemler bakımından hem de genel önlemler bakımından uygulanmasını izlemeye devam edeceğiz. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Aralık 2022’deki izleme sürecinin sonunda açıkladığı tavsiyeler ile Türkiye devletini bireysel önlemlere dair Mart 2023’e kadar, genel önlemlere dair Eylül 2023’e kadar bilgi vermeye çağırdı. Aralık 2023’te bu kararların uygulanmasının yeniden bir izleme toplantısı ile ele alınacağını söyledi. Biz de hem bu güncellemeyi hem de raporu takip ediyoruz ve yanıtlarımızla Komite’ye doğru bilgi aktarılmasını sağlayacağız.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.