Frankenstein’ın yazarı Mary Shelley 30 Ağustos 1797’de, Londra’da dünyaya geldi. Annesi, feminizmin taşlarını ilk döşeyen isimlerden Mary Wollstonecraft, babası ise o dönemin birçok aydınını derinden etkileyen felsefeci, romancı William Godwin’di.

Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi başlıklı çalışmasını 1792’de kaleme alan Wollstonecraft, kızının doğumundan kısa bir süre sonra -doğumdan kaynaklı bir komplikasyon nedeniyle- hayatını kaybetti. Küçük Mary babası ile ikinci eşi tarafından büyütüldü. Kültürlü bir çevrede, informel eğitim alarak yetişti; Latince ve Yunanca da dahil olmak üzere birkaç yabancı dil biliyordu. On altı yaşındayken, kendisinden beş yaş büyük ve o sırada evli olan şair Percy B. Shelley ile bir aşk yaşadı. Bu ilişki, anarşist fikirlere sahip babası da dahil olmak üzere, hiç kimse tarafından onaylanmadı ve tepki gördü. Birlikte İngiltere’yi terk edip İsviçre’ye gittiler.

Sonraki birkaç yıl sosyal dışlanmışlık, parasal sıkıntılar ve ilk bebeklerinin ölümü nedeniyle sıkıntılı geçti. 1815’te doğan kızları ancak iki hafta yaşayabildi. 1816’da bir çocukları daha oldu. Aynı yıl Percy Shelley’nin terk ettiği eşinin intihar ederek öldüğü haberini aldılar. Çiftin resmi nikâhı 13 Aralık 1816’da -Mary’nin babası William Godwin’in de katılımıyla- Londra’da kıyıldı. Mary Shelley iki kez daha doğum yaptı ve dört çocuğundan sadece sonuncusu -1819’da doğan oğlu Florence- hayatta kalabildi. Diğerleri çocukluk çağını çıkaramadan öldüler.

Percy ve Mary Shelley, birlikte geçirdikleri son dört yılı İtalya’nın çeşitli kentlerinde dolaşarak ve bu arada yazarak değerlendirdiler. Eşi bir deniz kazasında boğularak öldüğünde (8 Temmuz 1822), Mary Shelley’nin ilk romanı Frankenstein (1818) yayınlanmış, ikinci romanı Mathilda (1820) ise tamamlanmış fakat babasının çıkardığı engeller nedeniyle basılmamıştı.[1]

Frankenstein ve bilimkurgunun doğuşu

Romanın önsözünde anlattığına göre, Mary Shelley Frankenstein’ı, şair Lord Byron ile Cenevre’de buluştukları 1816’ında yazında kaleme aldı. Sürekli yağmur yağdığından canları sıkıldığı için, Byron’un önerisi üzerine, her birinin bir korku öyküsü yazması kararlaştırılmıştı. Gördüğü bir düşten esinlenen Mary, ölülerin parçalarını bir araya getirerek oluşturduğu cesedi, elektrik akımı yoluyla canlandıran hırslı bilimci Victor Frankenstein’ın hikâyesini yazdı.[2]

1818’de anonim olarak basılan roman çelişkili tepkiler aldı. Dönemin en büyük romancılarından Walter Scott, Percy B. Shelley olduğunu varsaydığı yazarı “özgün bir deha” olarak selamlıyordu örneğin. Edebiyat çevrelerinde çok büyük ilgi ve beğeni gören roman, tutucu çevrelerce şiddetli eleştiri ve saldırı konusu haline geldi, özellikle de yazarın bir kadın olduğu ortaya çıktıktan sonra. Romanın konusu korkunç, iğrenç ve kadınlığa aykırı (!) bulundu; Mary Shelley babası Godwin’in romanlarının kötü bir taklitçisi olmakla suçlandı. Bu eleştiriler Frankenstein’ın 1821’de Fransızcaya çevrilmesine, 1823’te tiyatroda sahnelenmesine engel olamadı.

İlk Frankenstein filmi 1910’da çekildi. 20. yüzyılda yapılan sinema, sahne ve televizyon uyarlamaları sayesinde popüler kültüre mal olan yapıt, ancak 1980’lerde feminist ve psikanalitik eleştirmenlerin çalışmaları sonucunda akademik kabul gördü.[3] Victor Frankenstein’ın doğal üreme sürecini altüst ederek bir “insan” yaratmaya yeltenmesi, bunu başardıktan sonra onu terk ederek korkunç bir yalnızlığa itmiş olması, ondan sürekli “canavar” ya da “ucube” diye söz etmesi, toplumsal önyargıların kurbanı olan yaratığın nihayet sahiden canavarlaşması… bütün bunların alegorik olarak neyi temsil ettiği, Mary Shelley’nin hangi kaynaklardan ilham aldığı ve asıl meselesinin ne olduğu üzerine çokça yazılıp çizildi. Feminist eleştirmenler Gilbert ve Gubar, Frankenstein’ı yalnızca tanrısal güce değil, kadının dirimsel gücüne de öykünen bir adamın öyküsü olarak yorumladılar örneğin.[4] Shelley’nin özel yaşam öyküsünden yola çıkarak doğum ve ölüm temaları üzerinden okunduğu da oldu.[5]

Frankenstein yazıldığı sırada, tümüyle hayal ürünü/fantastik konuları işleyen, amacı heyecan ve korku vermek olan Gotik edebiyat altın çağını yaşıyordu. Mary Shelley’nin romanı da -içerdiği korku ve dehşet unsurları nedeniyle- uzunca bir süre bu türe ait sayıldı. Bugün ise bilimkurgunun ilk örneği olarak kabul ediliyor, iki nedenle… Birincisi, Mina Urgan’ın da altını çizdiği gibi, roman korku ve heyecan vermek için değil çok önemli ahlâksal sorunları irdelemek üzere kaleme alınmıştı.[6] Bilimsel gelişimin her zaman insanlığın yararına olacağına dair yaygın inancı sorguluyordu. İkincisi, fantastik/doğaüstü unsurlara yer vermiyor; tam tersine, mevcut bilimsel paradigmanın sınırlarını düşgücüne yaslanarak genişletiyordu. Mary Shelley’nin elektrik enerjisinin üretimine ve kullanımına yönelik yeni icatlardan haberdar olduğunu Frankenstein’a yazdığı önsözden biliyoruz. Günümüzde elektrik akımı verilerek cesetlerin canlandırılması mümkün olmasa da, yeni durmuş bir kalbin defibrilatör yardımıyla çalıştırılması aynı esasa dayanıyor.

Sonraki yaşamı  

Yirmi beş yaşında dul kalan Mary Shelley, eşinin ölümünden bir yıl sonra İtalya’dan İngiltere’ye döndü. Kaleminin yardımıyla, oğlu için yaşamaya koyuldu. 1826’da, Frankenstein’dan sonra en ilginç ve en iyi romanı olarak kabul edilen ikinci bilimkurgu yapıtını, Son İnsan’ı yazdı. Percy B. Shelley’nin basılmamış şiirlerini ve düzyazılarını kitaplaştırdı; denemelerini, mektuplarını ve çevirilerini düzenledi. Eşinin biyografisini de yazmak istedi ancak varlıklı bir adam olmasına rağmen torunu için gayet sınırlı bir ödenek tahsis etmiş olan kayınpederinin engeliyle karşılaştı. 1840’ların başında oğluyla birlikte Avrupa’yı ziyaret eden Mary Shelley’nin son kitabı gezi notlarını kapsıyordu. Ölümünden önceki birkaç yılı, beyin tümörü olduğu sanılan ve okuyup yazmasını kısmen engelleyen bir hastalıkla mücadele ederek geçirdi. 1 Şubat 1851’de hayata veda etti.

[1] Mary Shelley ikinci romanı Mathilda’yı (1820) yayıncıya ulaştırması için İngiltere’deki babasına göndermiş, ancak Godwin romanın ensest temasını “iğrenç” bulduğu gerekçesiyle el yazmasını kızına geri vermemiştir. Bir kadın araştırmacı tarafından yıllar sonra günışığına çıkarılan bu kısa roman ancak 1959’da yayınlanabildi.

[2] Shelley, Mary. Frankenstein. Çev. Orhan Yılmaz. İstanbul, İthaki Yayınları, 2009.

[3] Özdemir, Erinç. “Frankenstein’ın Yazarı” Mary Shelley’nin Romancılığı. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004, s. 23.

[4] a.g.e., s. 9.

[5] Cangöz, Neslihan. “Frankenstein ve Doğum Miti”.

[6] Urgan, Mina. İngiliz Edebiyatı Tarihi. İstanbul, YKY, 2006, s. 863-865.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.