2020 dünyada ve Türkiye’de olan bitenlerle üzerimize kapanırken bir heves hangi evrenlere sığındık? Hangi romanlar, öyküler veya makaleler bizi alıp götürdü? Hangilerini çıkar çıkmaz okumaya başladık, hangileri geçmişten bize kendini hatırlattı? Elbette liste kısa, zaman hep dar; henüz bitiremediklerimiz, raflarımızda bekleyenler, kaçırdıklarımız için yorumlara bekliyoruz!

Bugünün Cadıları – Mona Chollet

Le Monde Diplomatique gazetesinin feminist yazarlarından Mona Chollet, “Onbinlerce kadının katliyle sonuçlanan cadı avları günümüze nasıl bir miras bıraktı?” sorusundan yola çıkarak modern cadıların izini sürüyor. Modern cadılar, yani ideal kadın kalıbına girmeyen; sahip oldukları potansiyelden, özgürlüklerinden, arzularını keşfetme girişimlerinden ve bundan aldıkları zevkten ödün vermeyen kadınlar. Bağımsız bekârlar, çocuk doğurmayanlar, beyaz saçlarıyla arzıendam edenler, modern tıp bilimini sorgulayanlar… Bugünün Cadıları, kendimizle özdeşleştirebileceğimiz cesur modellerin birleştirici gücü üzerine bir kitap. Kadın varoluşunu mağdurluk konumuna sabitlemeden, önyargıları yıkarak güçlü ve özgür olabileceğimizi hatırlatıyor.

Tortu – Selçuk Baran

Yaşadığı süreçte edebiyatı pek ilgi görmemiş ve haliyle bundan etkilenmiş Selçuk Baran’ın kitapları tek tek yeniden basılıyor. Tortu, ilk olarak 1984’te yayımlanmış. Devamlılık içeren beş öyküden oluşan bu kitapta Selçuk Baran, her zamanki gibi müthiş bir kasaba-büyükşehir planı çizerken aile-güç-gelenek içinde yolunu arayan insanları anlatıyor. Anlatının bütününde parıldayan bir diğer unsur ise, biri aileye başkaldıran ve toplumca makbul olmayan bir yaşamı seçen, diğeriyse otoriterlik ve parayı simgeleyen Beyefendi’ye isyan eden kadın karakterler. Bu kitabında da karanlığın içindeki kırılgan coşkuyu hissettiriyor Selçuk Baran.

Mavi Bilet – Sophie Mackintosh

Sophie Mackintosh kurduğu distopya evreninde, kura sonucu mavi veya beyaz bilete sahip olan kadınların yaşamını anlatıyor. Anlatısının merkezinde ise annelik var. Etrafında ise, kadınların bedenlerine el konmasını, özgürlüğü, bunun doğa ile bağlantısını ve kadınlar arası ilişkileri konu ediyor. Mackintosh’un ilk romanı Su Kürü bu çevrelerde feminist camiada büyük ölçüde bir ortaklık sağlamış ve distopik patriyarkal anlatısı çok beğeni kazanmışken Mavi Bilet bir ayrışma yarattı. Kimilerine göre, 2020’deki okuyucu için bu romandaki annelik, hem de distopik bir anlatıda, yeterince eleştirel ve derinlikli değildi. Kimileri içinse aksine, yazar annelik ve kadınlık anlatırken alışılagelen ikilikler dışı bir hayal gücü ortaya çıkarıyordu. Annelik ile kurulan ilişkinin, illa ki ideolojik annelik bombardımanı olmayabileceğini, kadınlık durumlarını çeşitlendirerek daha karmaşık bir yere işaret edebileceğini tartışmaya açması açısından ilginç bir okuma.

Disiplinli Güzel Günler – Fleur Jaeggy

Fleur Jaeggy’nin romanı Disiplinli Güzel Günler savaş sonrası İsviçre’sinde bir yatılı okulda geçiyor. 14 yaşındaki anlatıcı, bir yandan düzen ve kontrol insanı Frédérique’le tutkulu ve gerilimli bir ilişki kuruyor, sonrasında da aklı, macera meraklısı Micheline’e kayıyor. Bu ilişkilerdeki tedirgin edici hâl, atmosferi de yansıtıyor: disiplin, kurallar, özgürlük ve delilik arasındaki git geller. Ergenliğin kendini var etmeye ve kabul ettirmeyle ilişkisi, aşk, kötülük, merak, sanat, isyan, zaman, din, savaş. Jaeggy’nin dili oldukça sade ve ürpertici. “Atalarımız, bir anlamda meçhul insanların fotoğraflarında bulduğumuz o kızlar olamaz mı? En azından en iyi yıllarını bir yatılı okulda geçiren bizler için. Onların yüzlerinde kız kardeşlerimizi görürüz. Tuhaf bir yakınlık bizi birbirimize bağlar, bir ölü kültüdür bu.”

Evler, Cinler, Perdeler – Lyudmila Petruşevskaya

Lyudmila Petruşevskaya’nın Rus edebiyatında kadın yazarların ve kadın hikayelerinin azlığı üzerine güzel bir önsözle başlayan bu öykü kitabı, gerçek ve gerçeküstü öykülerden oluşuyor. İlk defa Türkçe’ye çevrilen yazarın edebiyatı, savaş başta olmak üzere, çeşitli zorluklar Rusya’sını kadınlar gözünden anlatmasıyla dünyada ün kazanmış. Sefalet ve açlık altında, dağılan ve yeniden yeniden kurulan yaşamlar, haksızlıklar, aşklar, evler, zor anneler, kaçan adamlar, türlü mekanlar, yollar ve elbette kar soğuğu. Yaşayan kadınlar. Petruşevskaya’nın dili elinizden tutuyor.

 

İstasyon – Birgül Oğuz

Üniversitede sözleşmesi yenilenmeyince Güneyada’da bir arkadaşının geçici olarak boşalttığı evine yani “bir istasyon”a yerleşen Deniz, “dışarıdan nasıl göründüğü hakkında en ufak bir fikri” olmamakla eleştirilir. Başkasının evinde usulca kendini bulur, yalnızlığını yaşar, annesiyle iç diyaloğunu sürdürür, Arkadaş isimli köpekle adada yürüyüşlerini yapar. Yavaş yavaş İstasyon’un hakkını verir. Birgül Oğuz, önceki kitabı Hah’ın ardından dikkat çekici yeni bir dil kuruyor ve kendinizi kitap bitmesin isterken ve hatta kurduğu evrene bir süreliğine yerleşsem derken buluyorsunuz. İstasyon’un ne tür bir sığınak olduğu da yeni okuyucuya kalsın.

 

Ruh Üşümesi – Adalet Ağaoğlu

Adalet Ağaoğlu’nun 1991’de çıkan bu romanı erotizm, kadın erkek ilişkileri ve toplumsal-siyasi bağlamı iç içe anlatan bir “oda romanı”. Ağaoğlu şöyle açıklıyor: “Bu ro­man çok çal­gı­lı or­kes­tral bir ro­man de­ğil, az çal­gı­lı, olup ola­bi­le­ce­ği ka­dar in­tim bir oda mü­zi­ği kı­va­mın­da ol­sun is­ten­miş­tir ta­ra­fım­dan.” Ruh Üşümesi, bir lokantada, romanda kadın ve adam olarak geçen iki insanın, birbirlerine bakarak hayal ettikleri, bilinç akışı iç diyalogları ve düşüncelerinden oluşuyor. Ağaoğlu’nun edebiyatında bilinç akışı ve iç muhasebeyi muhteşem kullanımı bu romanda şahikasını buluyor. Bu iki insan hiç “konuşmuyor” ama tüm dünyayı ufuk açıcı bir cinsellik etrafında deneyimliyorlar. Kadınlık halleri, pişmanlıklar, çekinceler ve cesaret anları da cabası. Flört ile tacizin birbirine karıştığı bu dönemde okumak için birebir.

Mutlak Mutluluk Bakanlığı – Arundhati Roy

“Paramparça bir hikâye nasıl anlatılır? Yavaş yavaş hikâyedeki herkese dönüşerek. Hayır. Yavaş yavaş hikâyedeki her şeye dönüşerek”. Bizimkine fiziken epey uzak ama düşmanlığın yaşam biçimi olduğu, insan canının değerinin doğduğu mahalleye, konuştuğu dile, inandığı tanrıya, katı sınırlar dünyasına uyum sağlayabilmeye ve cebindeki paraya göre belirlendiği, her türlü umuda ve gelecek hayaline düşman gerçekliği fazlasıyla yakın bir coğrafyadan sesleniyor Arundhati Roy, Booker ödülünü aldığı ilk romanı Küçük Şeylerin Tanrısı’ndan tam yirmi yıl sonra yazdığı bu ikinci romanıyla. Bizi Aftab olarak doğmuş, hayatına Anjum olarak devam etmiş bir seks işçisinin bedeninde yaşanan savaştan alıp, toplumlar, topraklar ve zihinler üzerinde tahakküm kuran savaşlara taşıdığı bu (ne yazık ki) çok tanıdık hikâyenin dünyasından bahsederken diyor ki, eğer hayatta bir romanın “düşmanı” diye bir şey varsa, bu romanın düşmanı da “tek millet, tek din, tek dil” fikridir. İşte bu roman, bu fikre karşı bir sığınak.

Osman – Ayfer Tunç

Ayfer Tunç’un Kapak Kızı ve Yeşil Peri Gecesi romanlarını bütünleyen bir kitap Osman. Okur olarak üçlemenin ilk halkası Kapak Kızı’nda bir erkek dergisinin kapağına çıplak poz veren Şebnem’in farklı kişilerde yarattığı düşüncelere ve yüzleşmelere tanık oluyor, ikinci kitapta ise ataerkil sistemin dayattığı kuşatmalar altında ıstırap çeken bu kadının isyan dolu hayatına eşlik ediyoruz. Genç bir kadının merkezde olduğu ilk iki kitap, Ayfer Tunç’un muhteşem anlatımı ve derinlikli karakter analizleriyle Şebnem’in hikayesinin tadını adeta damağımızda bırakıyor. İlk iki kitaptan farklı olarak, Osman’da bu kez Şebnem’in eşi olarak aslında hayatının merkezinde olabilecekken, kıyıda köşede kalmış oldukça silik bir karakter olarak tanıdığımız Osman’ın iç dünyasının kapıları aralanıyor. Gerçek hayatta rahatlıkla karşılaşabileceğimiz entelektüel, zengin, yakışıklı amma velakin hayata bir türlü tutunamayan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor Osman. Hayattan beklentileri büyük, çok şey olmak istiyor ama bir türlü hiçbir şey olamıyor. Gününü gün ettiği kadınlarla yaşadıkları da onu bir türlü tatmin etmiyor. Ta ki onu peşinden sürükleyecek, asi ve gizemli bir kadın olan Şebnem’le karşılaşıncaya kadar. Aşkı elbette Şebnem’i mutlu etmeye yetmiyor, nihayetinde Osman’ın ev içinde elinden gelen tek iş sucuklu yumurta yapmak. Alemi cihan olsan ne yazar Osman… Ayfer Tunç çizdiği bu derinlikli erkek karakteriyle bizi romanın içine çekiyor, düşündürüyor, öfkeden, şefkate farklı duygulara sürüklüyor. En etkileyicisi ise kitapta bir olaya tanıklık eden farklı kişiler üzerinden kurduğu anlatımla Osman’ın başına gelenlerin ve hayatının nasıl farklı şekillerde yorumlandığını çarpıcı bir şekilde anlatıyor.

Sütçü – Anna Burns

Bir ülkenin, şehrin, mahallenin, evlerin her köşesine sinmiş; aldığımız nefes, ağzımızdan çıkan söz kadar olağanlaşmış şiddet hakkında nasıl yazarız? Anna Burns’ün buna Sütçü romanıyla verdiği yanıt, sözü çoğaltan, “laf kalabalığı” yapan, acının yakıcılığını bu kalabalık arasına gizleyen, kapkara ve bıçak gibi keskin bir mizahla, oluyor. Romanın ismini bilmediğimiz (aslında romanda bir istisna dışında hiçbir özel isim okumuyoruz; kişilerin, semtlerin, mezheplerin, ülkelerin isimleri verilmiyor) başkahramanı, Belfast olduğunu çıkarsadığımız şehirde, 70’lerin sonu ya da 80’lerin başı olduğunu çıkarsadığımız dönemde (yani troubles olarak anılan zamanda) kendi haline bırakılmaktan başka gayesi olmadan yaşayan bir genç kadın. Ama içinde yaşadığı dönemin şiddeti yakasını bırakmıyor; çoğunlukla olabildiğine “olağan”, bazen biraz daha sansasyonel biçimlerde onun ve etrafındakilerin üstüne gün be gün yağıyor. Özel’liklerimize ve ortaklıklarımıza, yaşadığımız hayatlara ve zamanlara yönelik bir sorgulama ve taptaze bir anlatı var bu kitapta.

Yabani Kalbin Yakınlarında – Clarice Lispector

Mutluluk ne içindir? Yani mutlu olunca ne olur? Mutluluğun gayesi nedir? Joana, küçük bir çocukken öğretmenine bu soruları sorar; hayatı boyunca bunlara yanıt bulma çabası ise Clarice Lispector’un Yabani Kalbin Yakınlarında’sının konusu. Kitap, Lispector’un 1943’te, henüz 23 yaşındayken yazdığı ilk romanı ve önce Brezilya’da, ardından dünya çapında üne kavuşuyor; bu ün sonradan kesintiye uğrasa da bizler, geçtiğimiz son birkaç yılda kitaplarının yeniden—daha önce çevrilmedikleri dillere de çevrilerek—basılması sayesinde kendisini okuma fırsatı bulduk. Yabani Kalbin Yakınlarında, burjuva bir aileye mensup Joana’nın evliliğinde “mutluluk”u bulduktan sonra bundan nasıl bunaldığını, başkalarının mutluluk dediği şeye nasıl sığamadığını, mutluluğa ulaşmak için bize reçete edilen emellerin kadınların hayatında nasıl bir şeye denk düşmeyebileceğini Virginia Woolf’la uzaktan bir diyaloga girermişçesine anlatıyor. Kitabın kendisinin açtığı düşünce kapılarının yanı sıra, bunu Sara Ahmed’in Mutluluk Vaadi ve Lynne Segal’in Radikal Mutluluk kitaplarıyla paralel okumak da feminist tahayyülü besliyor. Lispector’un diğer kitapları da önümüzdeki yıllar için okuma listelerimizde.

Sıcak Süt – Deborah Levy

Anne-kız ilişkisi ve taşıdığı gerilimler, kadın edebiyatında sık işlenen konulardan. Ama Deborah Levy’nin Sıcak Süt’ünü—ana hattı bu olsa da—ne buna indirgemek mümkün ne de kendini benzerlerinden ayrıştıramadığını iddia etmek. Ağır bir sembolizmle yüklü romanı kısaca özetlemek zor: Romanı bitirdiğinizde geriye başkahraman Sophia’nın annesini sebebi teşhis edilemeyen felcine çare aramak için götürdüğü Güney İspanya’nın güneşinden çarpılmışsınız hissi; uygarlıkların ve kendi kısa hayatlarımızın tarihinin kırılganlığı karşısında “bize dair her şeyi bilen” bilgisayarlarımızın, ulus-aşırı finans sitemlerinin dayattığı acı reçetelerin, ulusal sağlık sistemlerinin gülünçlüğüne dair bir duygu; bütün bunlara rağmen bedenlerin arayışlarının gerçekliğine (hem de uçarılığına) ilişkin bir hissiyat oluyor—bir de tüm çağrışımlarıyla birlikte denizanası imgesi. Kitabın çatlayacakmışçasına yüklü olduğu gerilimi ve son sayfalarda gelen katharsis’iyse burada anlatmanın imkanı yok. Bu seneki listemize iki kitabıyla giren Deborah Levy’nin diğer kitapları da dikkate değer.

Kız, Kadın, Öteki – Bernardine Evaresto

Öyle ya da böyle bir “azınlık” grup üyesi olarak yazmak, çoklukla bu gruba dair bir temsiliyet taşındığı varsayımıyla karşılanır—misal bir kadının yazdığı kitapta, kadın karakterlerin “kadınlığı” temsil etmesi beklenir; yazar hele ki—Bernardine Evaresto gibi—kesişimsel bir pozisyondan yazıyorsa, içinde yaşadığı topluma (bu örnekte beyaz-erkek-hetero-İngiliz) kendi kimliğine (siyah-kadın-lezbiyen-Afrika kökeni) dair, tekil olduğu varsayılan o “gerçeği” açıklaması talep edilir. Evaresto, 12 hikayeye böldüğü kitabında ana akım sektörlere dahil olmayan kadınların deneyimlerinin çeşitliliğini yüzümüze çarparak bu beklentiye nanik yapıyor, bunların tek bir yerden temsil edilmesinin imkansızlığının altını çiziyor. Hikayelerin birbirine bağlanışındaki giriftlik edebi haz hücrelerimizi gıdıklarken, kadın oluşun bu çeşitliğinin gizlenmek yerine haykırılması da yüreğimize su serpiyor. Her biriyle arkadaş olup dertleşebileceğimizi hissettiğimiz karakterlerse hepimizin her gün karşı karşıya kaldığı gündelik şiddetleri masaya yatırıyor. Yabancı geleceğini sandığınız yerde bol bol tanıdıklık bulduğunuz bir kitap Kız, Kadın, Öteki.

Bülbülü Öldürmek – Nelle Harper Lee

1960 yılında yayımlanan Pulitzer ödüllü bu kitap, Nelle Harper Lee’nin ilk ve 55 yıl boyunca tek romanı. Satış rekorları kırdığı halde bir dönem okullarda yasaklanır, daha sonra Oscar alan bir filme konu olur. Altı yaşında bir kız çocuğu olan Scout’ın dilinden Amerika’nın güneyinde yaşanan ırkçılığı ve eşitsizlikleri dinlemek heyecan vericidir. Annesini iki yaşındayken kaybetmiş olan Scout, katı toplumsal cinsiyet rollerine gürültülü itirazlar ederek büyür. Yazarın 55 yıl aradan sonra yayınladığı ikinci romanı Tespih Ağacının Gölgesinde (2015) ise aslında 1950’lerde yazılmış, Bülbülü Öldürmek’in ilk taslağında yer alıp editörlerin önerisiyle çıkarılmış olan bölümlerden oluşuyor. Bu ikinci kitapta Scout 20 yıl sonra çocukluğunun geçtiği kasabaya, avukat babası Atticus’un yanına, yuvaya döner. Artık 26 yaşında bir genç kadın olan Scout’la birlikte, babanın hayal kırıklığı yaratan değişiminin derin etkileri üzerine düşünmeye davet ediliriz.

Durmadan Leyla – Aslı Tohumcu

Okları kendinden menkul bir dişi yazar, her daim dönülen arkadaşlar, eyleme dökülemeyen bir sevda, yazara içten düşkün bir Haberci ve aşırı kendini beğenmiş bir Eros… Dişi yazar Eros’un egosunun altını oyarken kendi de beladan kurtulamıyor, kazan gittikçe su kaynatıyor. Dişinin tam da otonomi kazanıp savurduğu oklar bir türlü hedefi tutturamazken entelijensiya çevresinin paçalarından akan erkeklikle beraber Olimpos dağlarında feminizm rüzgarları esmeye başlıyor. Ve aralarda aniden Gezi direnişi, homofobi, devlet şiddeti, sansür aniden kazandan fırlayıveriyor. Aslı Tohumcu’nun masalı gerçekle, aşkı cinsiyetçilikle kırdığı su gibi akan kitabı Durmadan Leyla kış günlerinin soğukluğuna ve durgunluğuna karşı sıcak bir battaniye kadar gülümsetiyor.

Deli Bal-Kanatları Ölü Açıklığında – Pelin Buzluk

Hayaller ve korkular, hayattayken kapanamamış hesaplar, gölgeleri kendine kalkan eden karanlıklar, bomboş pencereler, olmayan duvarlar. 62 yaşında hak edilen ölümler, komodin çekmecelerinden gelen tıkırtılar, çukurlarda kaybolan yetim çocuklar, kuyulara saklanan sözcükler, cumartesi içilen rakılar. Pelin Buzluk hikayeleriyle bizi yarı gerçek yarı hayal karanlık bir ülkeye götürüyor, gerçek hayatta yapamadığımız hesaplaşmaları tekrar su yüzüne çıkarıyor, hayaletleri ve bulamadığımız adaleti arıyor. Ama yine de yüzleşmeler, ödeşmeler bitmiyor; ölümler, erkeklikler ve ruhların derinlerinde yatan kötülükler etrafımızda dolanıyor; huzura eremiyoruz; tedirginlik bizi kovalamaya devam ediyor. Aslında karanlık hayaller dünyasında buz gibi gerçeğe çarpıveriyoruz bir anda: Bazı hayaller hiç gerçek olmayacak, bazı hesaplar hiç kapanmayacak. Huzursuzluğuyla sürükleyici bambaşka hikayeleri ile Pelin Buzluk’un kitabı her daim okumalık.

Manves City ve Sürüklenme – Latife Tekin

Latife Tekin’in birbiriyle konuşan bu iki kitabı, bir hesaplaşmanın iki veçhesini anlatıyor. Manves City’de gelincik tarlalarıyla bıraktığı Erice’ye yıllar sonra dönen Ersel’in, bir yandan kaybolan üvey kızının izinden giderken bir yandan fabrikanın gelişiyle insanların, ilişkilerin, hayatların nasıl değiştiğini, kaybolan, giden ve bir daha geri gelmeyecekleri dünya varlığı Nergis ile beraber keşfedişini hüzünle izliyoruz. Ersel’in aslında bildiği ama bilmek istemedikleri canımızı yakıyor. Sürüklenme’deyse Asistan’ın geçmişi ile ve geldiği yer ile, örgütlülüğün görünmeyen yüzüyle konuşmalarını, kapkaranlık yollar, umutsuz aşklar ve içerisinden dinliyoruz; Çaredar ve Misal ile görünüşte tesadüfi anlar, kapanamayan defterleri nihayet kapatmasını sağlayacak cesareti veriyor. İki kitabın ayrı mücadeleleri sonunda sarmalanıp bir araya geliyor ve bizi bir soruyla baş başa bırakıyor: Yaşananlara kendimizi bırakacak kadar çarelerin tükendiği bir yerde miyiz yoksa yeni yollara çıkacak cesaretimiz var mı? Latife Tekin içimizi yakarak bir mücadelenin insanları, bir fabrikanın hayatları ve ölümlerin kalanları nasıl değiştirebileceğinin öyküsünü anlatıyor; geldiğimiz yerin umutsuzluğu, çıkışsızlığı ve dönüp arkamıza baktığımızda gördüklerimiz ile beraber.

Bir Musibet – Alev Özkazanç

Yazarın daha önce çeşitli mecralarda yayınlanmış olan makalelerini biraraya getirdiği bu kitapta, daha önce okuyup beğendiğimiz, kimilerinin izini kaybettiğimiz yazılarını bir kitapta okuma şansına sahip oluyoruz. Yazılar içinden geçtiğimiz yoğun ve karmaşık gündemlere ilişkin yazılmış ve geriye dönüp okunduğunda, her an yeni bir infial yaratarak gerçekleşen, çoğu kez geçmişle bağını yitirdiğimiz olguları bir bütünlük içinde değerlendirmemizi sağlıyor. Alev Özkazanç, dünya ve Türkiye gündemleri arasındaki benzerlik ve farklara ilişkin analizlerle gündemi genel olarak yorumlamaya da girişmiş. Toplumsal yaşam enerjisinin nasıl dönüşüyor olduğuna bakarak yeni rejimin enerjisinin haz ile değil, zevk (jouissance) ile ilgili olduğu saptamasını yapıyor. Hazlardan ve yaşam enerjisinden geri çekilmenin toplumsal yansımasının evlere çekilme, tedirginlik, gerginlik, istismar, taciz, kadın cinayetleri, despot erkeklik, ailenin çözülmesi; iktidardaki yansımasının ise hadsizlik, sınır tanımazlık, had bildirme ve saldırganlık olduğuna dikkat çekiyor. Tüm dünyada 2000 sonlarından itibaren yükselen aşırı sağ dalganın ortak özelliğinin ağır derecede cinsiyetçi, homofobik oluşu ve toplumsal cinsiyet kavramını reddetmesi olarak öne çıktığını vurguluyor. Bu yeni sağ rejimlerin ortak üç temel özelliğinin güvenlikçilik, ailecilik ve mantar özelliği (ağaç üzerlerinde yaşayan mantarlar gibi hem demokratik kurumsal yapının üzerinde gelişmesi, hem de onu çürütmesi) olduğunu açıklıyor. Türkiye’nin dünya ile oldukça benzer olduğu halde ayıran noktanın hiper eril, abartılı bir güç gösterisi halini almış bir siyaset, ona eşlik eden aşırı erkeklik ve şiddet oluşunu da analiz ediyor.

Cinsel Normalliğin Kuruluşu– Ezgi Sarıtaş

Ezgi Sarıtaş, kitabında, Osmanlı döneminde cinselliğin izini sürüyor. Edebi eserlerden, romanlardan, hatıratlardan yararlanarak elde ettiği verileri adeta ilmek ilmek birbirine bağlayarak hayranlık uyandıran bir senteze ulaşıyor. İçinde yaşarken mutlak ve ebedi sandığımız algılar ve gerçeklerin, başka bir zaman diliminde bugünden çok farklı yaşanabileceği gerçeğini önümüze seriyor. Cinsiyeti biyolojinin belirleyiciliğinde kuran modern anlatıya ters olarak, tarihe baktığımızda cinsiyetin; mekanın, dinselliğin, sanatın, iktidarın ve hiyerarşinin belirleyiciliğinde olduğunu söylüyor. Yazarla birlikte iz sürüyor, tarih içinde homososyalliğin ve cinsellik normlarının düz bir tarihsel değişimden çok, baskılarla olduğu kadar; ekonomik, mekansal dönüşümler ve iktidarın aldığı biçimlerle değiştiğini, akışkan bir biçimde yol aldığını izliyoruz.

Yazar, heteronormativitenin merkezinde homonormativitenin olduğunu ve heteronormatifliğin kendi ihlalini barındırmadan işleyemeyeceğini vurguluyor. Modernizm öncesi dönemde erkekler arası homoerotik arzunun, kadınların dışlanmasını içerse de, kadınlaşma korkusu barındırmayan bir kendiliğindenlik taşıdığını ve kabul gördüğünü söylüyor. Modern dönemde ise kadınsılığın eşcinsel kimliğin inşasındaki rolüne dikkat çekiyor.

Kitaptaki önemi saptamalardan biri de; “Kimi hayatları diğerlerinin pahasına yaşanabilir kılmaya bugün de devam eden normallik söylemlerinin dönüşümünün, ancak içerdikleri tutarsızlıkların yaratıcı ve beklenmedik tekrarlar yoluyla” gerçekleşebileceği. Kadınların toplumsal görünürlüğe adeta heterotoplumsallık ile giriyor olmasına karşın, heteronormatifliğin işleyişini mizojeni belirliyor. Kadın karşısında duyulan arzunun yok ediciliği ve yenik düşen erkeğin kadınsılaşmasından duyulan korku; cinselliğinden arındırılmış “kadın yoldaş” figürünü yaratır. Kadınların cinselliklerinden arındırılmalarının altında sadece “iffetlerinin” korunması gerekliliği yatmaz, aynı zamanda kadın cinselliğinin erkeği kadınlaştıracağı korkusu bulunur. “Fakat bunu yaparken üzerine bina edildiği iki cinsiyetli modeli ve heteronormatif cinsellik kurgularını istikrarsızlaştırarak, yeni cinsiyet ve cinsellik tahayyüllerine kapı aralar.” Bu kompakt ve emek yoğun kitabı okurken, zihniniz yazarın izini sürdüğü verilerle bugün arasında bağlar kurmaya davet ediyor sizi.

Kadınlar, Sanat ve İktidar – Linda Nochlin

Linda Nochlin’in 1971-1988 yıllarında yazdığı yazılardan oluşan bu kitap, feminist sanat tarihi ve sanat eleştirisinin başlangıcına ve gelişimine tanıklık eden yedi makaleyi içeriyor. Feminist sanat tarihi yazımının temel metinlerinden biri olarak kabul edilen “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Çıkmadı?” makalesinin de aralarında bulunduğu bu yazılar, kadın sanatçıların tarih boyu iktidar sahibi erkeklerce ne şekillerde gölgede bırakıldığını anlatıyor. Nochlin bu kitabında, hayatın her alanında olduğu gibi, sanatsal üretimin ve sanat tarihi yazımının da patriyarka tarafından şekillendirildiğini bize hatırlatıyor ve kanona yönelik bir eleştiri getiriyor. Görülmez kılınan ve unutturulan kadın sanatçıları bulmanın yanı sıra sanat tarihi disiplininin temelden nasıl bir değişime uğratılabileceğine dair öneriler sunuyor. İlk basımından kırk yıl sonra Türkçe’ye kazandırılan bu metinler, feminist hareketin sanat pratiği ve kuramı üzerindeki etkisini yansıtması açısından da tarihsel bir öneme sahip.

Bilmek İstemediğim Şeyler ­– Deborah Levy

Bilmek İstemediğim Şeyler, George Orwell’in “Neden Yazıyorum” denemesine Deborah Levy’nin feminist cevabı. Güney Afrika apartheid’ında geçen çocukluğu, İngiltere’ye göçtüğü ilk gençlik yılları ve orta yaşlarında İspanya’ya yaptığı kaçış gezisinden oluşan otobiyografik anlatısında başta annelik olmak üzere, cinsiyet, ırkçılık ve göçmenlik gibi diğer kitaplarına da sirayet eden kavramlar üzerine kendi hayat hikayesinden yola çıkarak düşünüyor. Kitaba ismini veren cümle kitabın sonunda bir soru olarak beliriyor: “Birlikte yaşamaya dayanamadığımız bilgileri ne yaparız? Bilmek istemediğimiz şeyleri ne yaparız?” Deborah Levy’nin sorusunu feminist belleğe dair bir soru olarak alıp cevabını kitap boyunca değindiği Beauvoir’dan Plath’e, Woolf’tan Duras’ya kadınlarda ve pek tabii Levy’de bulmak mümkün. Anlatmak için bir masa, bir priz, bir adaptör.

Çerçeve – Rachel Cusk

Rachel Cusk’ın üçlemesinin ilk kitabı olan Çerçeve okuması hiç de kolay değilken bir noktada çarpan kitaplardan. İlk 40-50 sayfada okuru kitabı bırakmanın eşiğine getirip, sonrasında büyük bir hayranlık uyandırma etkisine sahip. Bu zorluğun kaynağı Cusk’ın aktarım dili. Üçlemenin ana karakteri yazar kadın, sohbet ettiği, ders verdiği insanlarla yaptığı konuşmaları aktararak anlatıyor. Böylelikle kitabı bir ana kahramanın üstlendiği ve birbirine eklemlenerek olgunlaşan olay örgüsü biçiminden kurtararak anlatıyı farklı karşılaşmaların düşündürdükleri, karakterlerin oldukları insan ile kendilerini anlatma biçimlerindeki açıya işaret ederek kuruyor. Her ne kadar ana karakterin öyküsü olmasa da, yakın zamanda boşanmış, çocuklarını evde bırakıp Atina’ya gelmiş bu kadının hayata ve ilişkilere dair soruları satır aralarından yükseliyor. Rachel Cusk biçimden heyecan duyan okurlar için harika bir keşif.

Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın – Jeanette Winterson

Jeanette Winterson büyüme romanı türünün izlerini taşıyan bu otobiyografik denemesinde evlatlık verildiği, son derece muhafazakar bir ailedeki baskı ve şiddet yüklü çocukluk ve ergenliğini ve sevgisiz büyürken kendini nasıl edebiyatla, okuyarak ve yazarak var ettiğinin, cinselliğini keşfedişinin hikayesini anlatıyor. Normal olmanın, herkes gibi olmanın, ailenin değerlerini paylaşmanın kişinin kendini gerçekleştirmesinin ve mutluluğunun nasıl önüne geçtiğini anlatırken bu baskının şiddetiyle mizah yoluyla yüzleşiyor. Sevgisiz ve aşırı dinci annesinin hayatındaki bıraktığı izlere bakarken annesinin hayatına da şefkat göstermeye ve içinde bulunduğu koşullarla anlamaya çalışıyor. İşçi sınıfının değerlerine, yoksulluğa ve inancın bu dünyadaki etkisine kafa yorarak kendi öz yaşam öyküsünü anlatışı, ev içi, aile dinamikleri, sevgi ilişkileri ve cinsellik arasındaki bağ ile büyük anlatıları birleştirişi bir feminist öz yaşam öyküsü nasıl yazılır sorusunun cevabı gibi.

İkinci Hayat – Nurdan Gürbilek

İncelikli kültür ve edebiyat eleştirilerini yıllardır takip ettiğimiz Nurdan Gürbilek İkinci Hayat’ta ev, yer yurt, aile sırları, taşra, kader gibi kavramların izini edebiyat ve sinema üzerinde sürüyor. Her zamanki gibi etkileyici dili ve düşünce akışı ile hayran bıraksa da İkinci Hayat’ı okuyan bir feministin serzenişe kapılma olasılığı da yüksek. Zira pek çok kadının yazınının ve sinemasının merkezinde olan konulara değinirken Latife Tekin dışında kadınlar hakkında yazmamış. Bu yokluk hem bir özlem hem de erkeklerin dünyalarını düşünmek zorunda olmanın limitinin bazılarımızda çoktan dolmuş olmasından kaynaklı bir iç sıkıntısı yaratıyor. Yazmak, ev, aile, yurt üzerine yazmış, çekmiş kadınlar hakkında düşündüklerini merakla bekliyoruz.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.